“Sabah 6 oldu mu tak ayaktayımdır. Her sağlıklı insan gibi kalkar kalkmaz sıçarım. Lifli gıdaları çokça tükettiğim için kayısı gibi sıçarım. Ardından bir bardağa kırdığım iki yumurtayı içerim. Eşofmanları çeker sahilde koşarım. Belediyemizin yaptırdığı spor parkurunda aletli jimnastik yaparım. Ardından eve dönerim. Kahvaltıda bitki çaylarını tercih ederim, tatlı ihtiyacımı kuru kayısıyla karşılarım, ceviz olmazsa olmazımdır, belki biraz yağsız peynir. Kahveyi ağzıma sürmeyeli aylar oldu, şekeri bırakalı ise yıllar… İşe giderim, işimi severim. Bence insan mutlu olduğu işi yapmalı. Ofiste masamı süslerim. Mutluyumdur ve dolayısıyla insanlara gülümserim. Sevdiğim şarkıları sık sık mırıldanırım. Hiç tanımadığınız birine selam vermek, insanlardan bir merhabayı esirgememek bence dünyanın güzel ve yaşanabilir bir yer olması için yeter de artar bile. Bilgisayarımı açarım ona buna çocuk, yavru kedi resimleri yollarım. Gelen forward maillere ağız dolusu gülerim. Rakı ve sigara içen maymun resmine güldüğüm dün gibi aklımdadır. Çünkü sigara ve rakı içmek insana özgü davranışlardır fakat bunu bir maymundan beklemek imkânsızdır. İşte ben buna gülerim. Dostlarıma değer veririm, özel günlerini unutmam. Durup dururken hediyeler alırım onlara. Bir işi başardığımda kendimi ödüllendiririm. Bir siyah çikolata ya da meyveli bir yoğurtla… Kendimle barışığımdır, severim kendimi, insanları sevdiğim gibi… Tanıdınız mı beni? Bilin bakalım kimim ben? Hep bir ağızdan söylediğinizi duyar gibiyim. Y.rrak gibi Adam’ım ben…”

Umut SARIKAYA / UYKUSUZ, 12 Aralık 2007, sayı–15
AH BENİM DE KOLUMDA KOCAMAN Bİ’ SAAT OLSAYDI,
BÖYLE ÇOCUK GİBİ KALMAZDIM O VAKİT…

Aile büyüklerinin de olduğu bir masadayız. Sürekli anlatıyor, konudan konuya büyük bir maharetle atlayarak konuşuyor. Konuşurken kocaman saati, yaşayan bir canlıymış gibi duruyor kolunda. Ara sıra “aslında” diye başlayan bir-iki titrek laf etmeye kalksam, lafı hemen ağzımdan alıyor. Aynı yaştayız. Ama sanki şimdi benim değil, masadaki büyüklerin arkadaşı olmuş. Ben artık sadece büyükler için değil, onun için de bir çocuk olmuşum. Nasipsiz, ham, ergen kalmışım. Bir ara elleri birbirine kavuşmuş, dirsekleri masaya dayanmışken yani saati süper gözükürken, bana bakıyor. “Sen neler yapıyorsun?” diyor. ‘Hayat ağırdır yavrum’ bakışları bunlar; ‘sen değil benim önemli olan’ sorusu bu. “Çalışıyoruz işte..” diyorum. Bu cevabı tam 22:34 te veriyorum ona. Saati gözlerimi alıyor. Ve bir çocuk gibi, şu an bile yazarken içimi bulandıran o salak soruyu soruyorum: “Saat yeni mi??”

…Hayatın iş bilir taraflarına doğru aniden büyümüş adamlar karşısında, dediklerimle, giydiklerimle, hal ve hareketlerimle ortamlarda “çocuk gibi kalmak laneti” daha önce de birkaç defa yaşadığım bir duygudur. Aynı yaşlarda olduğum insanların, onları görmediğim yıllar içinde yaşadıkları muhteşem değişimler, dünyaya adapte olmuş yeni versiyonları beni her seferinde afallatmıştır.

Yıllar sonra, hiçbir şey değişmemiş gibi konuşabilmenin mümkün olmadığını, neşeyle girdiğim muhabbetlerden, “ee neler yapıyosun başka” gibi ara başlıkları duydukça soğuyarak, suskunlaşarak ve ayrılma vakti geldiğinde, “görüşelim abi” gibi bir yalana maruz kalarak, trajik bir finalle ayrıldım.

Hayat sonradan çok fena bastırmıştı. Onların işleri güçleri, sorumluluklarını aldıkları bir aileleri ve kollarında kocaman saatleri vardı…

Hayat ağır, oyunun kuralları zor ve hiçbirimiz artık çocuk değiliz. Yeni düzende, eskinin o kontrolsüz hareketleri, salyalı geyikleri, plansız eğlenceleri artık hayatın programını bozan çocuksu hareketler olarak algılanıyor. Artık yola kendileri gibi kocaman saatleri olan, işi bilen arkadaşlarla devam ediliyor. Kendi düzenlerine benzer bir hayat kurmamış insanlarsa sıkıntı veriyor…

Fırat BUDACI / UYKUSUZ, 28 Kasım 2007, sayı–13
“Efendiler!
Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”
6 Mart 1922, TBMM

İSKELET

İskeletin, vücudun içinde mi yoksa dışında mı olması daha yararlıdır?
İskelet dışta olduğu takdirde koruyucu bir karoser oluşturur. Ten, dış tehlikelerden korunur, fakat vücut gevşek ve aşağı yukarı sıvı haline dönüşür. Ve bütün bu sert tabakaya rağmen sivri bir uç bunu delip geçerse yıkım onarılamaz. Şayet kitle içindeki iskelet sert ve bükülmez bir çubuktan oluşmuşsa çırpınan ten her türlü saldırıya karşı savunmasızdır ve yaralar sayısız ve kalıcı olur. Fakat işte bu belirgin güçsüzlük kası sertleşmeye ve lifi dayanılıklığa zorlar. Ten değişime uğrar.
Öyle insanlar gördüm ki düşünceleri sayesinde, kendilerini aksiliklerden koruyacak olan “zihinsel” sert tabakalar kurmuşlardı. Ortalamaya oranla daha dayanıklı görünüyorlar, hiçbir şeye aldırış etmediklerini söylüyor ve gülüp geçiyorlardı.
Fakat herhangi bir aksilik, kurdukları zihinsel tabakayı aştığında yıkım dehşet verici oluyordu.
En küçük aksiliklerde, en hafif dokunuşlardan acı çeken insanlar gördüm, fakat düşünceleri aynı oranda kapanmıyor, her şeye hassas kalıyor ve her saldırıdan bir şeyler öğreniyorlardı.

Edmond Wells
Göreceli ve Mutlak Bilgiler Ansiklopedisi


KARINCALAR-Bernard WERBER
Sağ elim kapatır yüzümü, dışarda kar yağar ormana.
Sağ elim kapatır yüzümü, giderim mavi bir limana.
Nazım Hikmet RAN

...

“Özgüvenlerin patladığı bir iş görüşmesinden geliyoruz. “Tablet PC” lerimiz ve bir Power Point sunusuyla bu işi de bağladık. Bu daha başlangıç; beyin fırtınalarımızla sarsılacak bilişim dünyası. Hayatımızda hataya, kekelemeye yer yok arkadaşlar. Vurun İngilizce kelimelerin beline, sesinize bir perde daha ekleyin…

Zaferimizi işte tam bu otoparkta zıplayıp, ayak tabanlarımızı yanda birbirine vurarak kutlayacağız. Gururla gireceğiz şirketten içeri, çalışanlar bu topraklarda yaşadıklarını unutup sevinç içinde “günaydın Bay Cem” diyecekler; bürositi hızla arkamızdaki pencereye döndürerek, ellerimizi havaya kaldıracağız, dışarıdaki manzara Manhattan’a benzeyecek. Artık kafamız rahat, hafta sonu “pazar giysileri” mizi giyip basket oynayacağız; emin olun o maçı da alacağız…

Dizüstü bilgisayarların birer silah gibi çekildiği, bilgisayar dilinin kelimeleriyle espriler yapıldığı, yükselme tutkusunun bir var oluş meselesi haline geldiği; kendini göstermenin yolunun, prezantabl (gösterişli, eli yüzü düzgün) bir imaj, iş bitiren bir tutku, hiç eksilmeyen bir özgüven gösterisinden geçtiği, “kariyer dünyasına” hoş geldiniz. Bu dünyada gülümsemeniz dergi kapağı gibi, yürüyüşünüz dik, tokalaşmanız sert, kendinizi tanıtmanız bir ağız dolusu olmalıdır…”

Fırat BUDACI / UYKUSUZ, 17 Ekim 2007, Sayı–7
Neyi özlemeyiz?
Neye yarar bunca zahmetle kazanılan para?
Nedir adaletin, insanların bizden beklediği?
Tanrı ne olmamızı istemiş bizim?
Neyiz? Neyin peşinde koşuyoruz?


Yaşadığımız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır.
Ömrünüzün her günkü işi, ölüm evini kurmaktır. Hayatın içinde iken
ölümün de içindesiniz; çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış
oluyorsunuz. Ya da şöyle diyelim isterseniz: Hayattan sonra
ölümdesiniz; ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana
ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can
yakıcıdır.

Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler
uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini
kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya
çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O
kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni
zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı
başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir
yerde değişmez yasalarını hor gör, sonra o senin yaptığın, bir taraflı
acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar
özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde
artıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı
sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak,
bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor.

Benim işim gücüm kendimi incelemek: Yapacak başka işim de yok
zaten. Bakıyorum da öyle çürük taraflarım var ki söylemeye zor
varıyor dilim. Sağlam oturaklı neyim var? Her an sendeleyip
düşebilirim. Gözlerim bir şöyle görüyor, bir böyle. Açken başka
adamım sanki, yemekten sonra başka. Keyfim yerindeyse, hava da
güzelse kötü kişi değilim: Ama bir nasır canımı yakmaya görsün, asık
suratlı, aksi, yanına yaklaşılmaz bir adam olurum. Aynı atın yürüyüşü
bir rahat gelir bana, bir rahatsız; aynı yolu bir uzun bulurum, bir kısa;
aynı biçim bir hoşuma gider, bir zıddıma. Bir gün her işe yatkınım,bir
başka gün hiçbir şey gelmez elimden. Bugün sevindiğim şeye yarın
üzülebilirim. İçimde durmadan değişen, ele avuca sığmayan bir sürü
duygu. Kara kara düşünceler, derken bir öfke; ağlamaklı bir
haldeyken, birdenbire taşkın bir sevinç. Kitapları karıştırırken
bakarım, dün içinde türlü güzellikler bulduğum, oldukça coştuğum bir
yer bugün bir şey demez olmuş bana: Eviririm, çeviririm, orasını
burasını okurum, nafile: O sayfalar boşalmış, yabancılaşmıştır artık
benim için.

Okuyucu, bu kitapta yalan dolan yok. Sana baştan söyleyeyim ki,
ben burada yakınlarım ve kendim dışında hiçbir amaç gütmedim.Sana
hizmet etmek yahut kendime ün sağlamak hiç aklımdan geçmedi;
böyle bir amaç peşinde koşmaya gücüm yetmez. Bu kitabı yakınlarım
için bir kolaylık olsun diye yazdım. İstedim ki beni kaybedecekleri
zaman (ki pek yakındır) hakkımda bildikleri, daha ayrıntılı ve daha
canlı olsun. Kendimi herkese beğendirmek niyetinde olsaydım, özenir,
bezenir, en gösterişli halimle ortaya çıkardım. Kitabımda sade, doğal
ve her günkü halimle, özentisiz bezentisiz görünmek isterim, çünkü
ben kendimi olduğum gibi anlatıyorum. Burada kusurlarım, nasıl bir
adam olduğum, edebin, terbiyenin izin verdiği ölçüde, açık olarak
görülecektir. Hala ilk doğa kanunlarının rahat serbestliği içinde
yaşadıkları söylenen insanlar arasında olsaydım, emin ol ki kendimi
tastamam ve çırılçıplak da gösterirdim. Kısacası, okuyucu, kitabımın
özü benim: Boş zamanlarını bu kadar sudan ve anlamsız bir konuya
harcaman akıl karı olmaz. Haydi, uğurlar olsun.

1 Mart 1580, Michel de Montaigne / DENEMELER

bi' hikaye

Genç ve hür iken, düşlerim sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda son bir gayretle, sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ama maalesef bunu da kabul ettiremedim.
Ve şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden fark ettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim. Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla, memleketimi daha ileriye götürebilirdim. Kim bilir, belki dünyayı bile değiştirebilirdim.
...afedersin ama, BOK değiştirirsin!

TERÖRİZBİN

Savaşın, “başka usuller kullanılan diplomasi” olarak tanımlanması gibi, terörizm de “uygar insanlara karşı çirkin bir politika” olarak tanımlanıyordu. Daha iyi bir tanımlamayla terör, siyasi mücadelede zayıf tarafın hiç elinden bırakmayacağı bir silahtı. Yalnız çok önemli iki husus göz ardı ediliyordu. Birincisi, demokratik bir devlet siyasi ve sosyal acılara çare ararken, birinci görevinin, halkının can ve mal güvenliği için kanun ve düzenin korunması olduğunu unutamaz. Kanun ve düzen, fukaralığın yok edilmesini, yüksek bir hayat standardının dünya çapında sağlanmasını veya nasıl olursa olsun bütün siyasi şikâyetlerin ortadan kaldırılmasını bekleyemez. Zaten teröristlerin çoğu şahsen yoksulluktan gelme değildir. Çoğu zaman bunlar, orta sınıfın alt sıralarından gelen, hayatta kendi yollarını kendi başlarına arayan, başka fanatiklerin etkisine kapılmış gençlerden ibarettir. İkincisi, teröristlerin siyasi emellerinin genellikle o ülkenin büyük çoğunluğunun kabul edemeyeceği şeyler olmasıdır. Bu şartlar altında, teröristlerin pek azı, yasalara saygılı vatandaşların çoğunluğunu küstürme pahasına ıslah edilebilir. Siyasetin ne olacağına oy sandıklarıyla karar verilen yerlerde, silaha sarılmanın hiçbir makul izahı olamaz.

Liberal demokrasilerde terörist şiddet taraftarlarına (hatta uygulayıcılarına) karşı gösterilen tolerans Batı’da (özellikle Batı Avrupa’da) Türkiye’nin zayıflatılmasının arzu edildiği şüphelerini uyandırmaktadır. Hâlbuki uluslararası ilişkilerin realist bir açıdan değerlendirilmesi yapılacak olursa aksine Batı’nın sorunlarla dolu bir bölgede müttefik olarak güçlü, sağlam ve müreffeh bir Türkiye’ye ihtiyacı olduğu görülür. Yine de her şeye rağmen Türkiye’nin öteki Batılı ülkelerden çok daha sert bir şekilde eleştirildiği de bir gerçektir. Mesela Amerika’nın Afganistan’daki teröristlere karşı giriştiği operasyona destek veren Almanya, neden Türkiye’ye sattığı silahların teröristlere karşı kullanılmasına ambargo koymuştur? Şayet Türkiye’de teröristlere karşı yapılacak bir operasyonun masum sivillere de zarar vereceği düşünülüyorsa, aynı şekilde Amerika’nın Irak’ta giriştiği harekât oradaki masum sivil halka zarar vermiyor mu? Bu sorulara verilecek tek cevap, Batı âlemindeki etkili kesimin, Türkiye’deki teröristlerin gerçekte ne olduğunu anlamada veya onların uydurdukları mazeretler karşısında göstermiş oldukları aczidir. Bazen bu türlü mazeretler doğrudan doğruya terörist örgütün paravan kuruluşları tarafından ortaya atılmakta, genellikle tarih ve bugünün Türkiye’si hakkında bilgisizlikten doğmaktadır.

Önce tarihi ele alalım, Batı’nın Türkiye hakkındaki görüşü hala Osmanlı Devleti’nin yanlış anlaşılmasının etkisi altındadır. Gerçi Osmanlı’nın sicilinin düzeltilmekte olduğu doğrudur. Osmanlı Devleti şimdilerde bilim adamları ve uluslararası alanlardaki muteber müşahitler tarafından, etnik yelpazeye daha geniş bir toleransla davranan, kanun ve düzeni kendinden sonra gelenlerden çok daha iyi sağlayan bir ülke olarak görülmektedir. Bu idrakin gecikmesi, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlıların baskı geleneğini aynen devam ettirmekte olduğu fikrinin kafalardan silinmesine imkân vermemiştir. Teröristler Türkiye’deki bu “zalim idare” safsatasını kendi lehlerine kullanmışlardır.

İkincisi, Türkiye’deki terörizme çok iyi mazeretler bulan Batılıların göz ardı ettikleri temel gerçeklerdir. Bunlar, Türkiye’nin, serbestçe seçilmiş bir parlamentonun atadığı bir hükümet tarafından yönetildiği; vatandaşların hepsine oy hakkı tanındığı; 1950’den beri bütün seçimlerin serbestçe yapıldığı; ülkede yasalar çerçevesinde bir basın özgürlüğünün mevcudiyeti; medyanın hükümeti tenkitte serbest olduğu ve kendi kendini tenkidin adeta ulusal bir eğlence sayıldığı; Türkiye’nin şeffaf bir ülke olduğu ve bunun sonucu diğer ülkelerde gizli kalmış kusurların Türkiye’de ortaya çıkarıldığı; adli mekanizmanın yasalar çerçevesinde bağımsız hareket ettiğidir.

Türkiye'nin Terörle Savaşı/Andrew MANGO

fotoğraf
Dört kişi parkta çektirmişiz,
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi...
Anlaşılan sonbahar
Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...
Babası daha ölmemiş Oktay'ın,
Ben bıyıksızım,
Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış.

Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz.

Melih Cevdet ANDAY

SAHİP OLDUĞUN ŞEYLER SONUNDA SANA SAHİP OLUR


Bütün bir nesil.. benzin pompalayan.. masa bekleyen.. beyaz yakalı esirler. Reklâmlar, bizi araba ve giysi peşinde koşturuyor. İhtiyacımız olmayan şeyleri almak için nefret ettiğimiz işlerde çalıştırıyor. Biz, tarihin orta çocuklarıyız dostlarım. Amaç yok, mekân yok. Büyük bir savaşımız yok. Büyük bir bunalımımız yok. Bizim büyük savaşımız, ruhani bir savaş. Bizim büyük bunalımımız, hayatlarımız.


Hepimiz televizyonlarda bir gün milyoner olacağımıza, film ilahları ve rock yıldızları olacağımıza inanarak büyütüldük. Fakat olamayacağız. Bu gerçeği yavaş yavaş öğreniyoruz. Ve çok ama çok kızgınız!



Sen, işin değilsin!

Sen, bankadaki paran değilsin!
Sen, sürdüğün araba değilsin!
Sen, cüzdanının içindekiler değilsin!

Sen, üniforman değilsin!

Sen, dünyanın dans eden ve şarkı söyleyen pisliğisin!

Sadece her şeyimizi kaybettiğimizde, her şeyi yapabilecek kadar özgür oluruz.
...eminim sen bunu hiç yapmadın... tabi tabi...
SIRITMA LAN!

HAYYAM'dan inciler

Ey zaman, bilmez misin ettiğin kötülükleri?
Sana düşer azapların, tövbelerin beteri.
Alçakları besler, yoksulları ezer durursun:
Ya bunak bir ihtiyarsın, ya da eşeğin biri.

Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden;
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.

Mal mülk düşkünleri rahat yüzü görmezler,
Bin bir derde düşer, canlarından bezerler.
Öyleyken, ne tuhaftır, yine de övünür,
Onlar gibi olmayana adam demezler.

İnsan bastığı toprağı hor görmemeli:
Kim bilir hangi güzeldir, hangi sevgili.
Duvara koyduğun kerpiç yok mu, kerpiç?
Ya bir Şah kafasıdır, ya bir vezir eli!

Gökte bir öküz varmış, adı Pervin;
Bir öküz de altındaymış yerin.
Sen asıl iki öküz arasında
Tepişmesine bak şu eşeklerin!

Dünya üç beş bilgisizin elinde;
Onlarca her bilgi kendilerinde.
Üzülme; eşek eşeği beğenir:
Hayır var sana "kötü" demelerinde.

Dedim: artık bilgiden yana eksiğim yok;
Şu dünyanın sırrına ermişim az çok.
Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
Ömrüm gelip geçmiş, hiç bir şey bildiğim yok.

Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Sen sofusun, hep dinden dem vurursun;
Bana da sapık, dinsiz der durursun.
Peki, ben ne görünüyorsam oyum:
Ya sen? Ne görünüyorsan o musun?

Bir elde kadeh, bir elde Kur’an;
Bir helaldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz, ne tam Müslüman!

Duru sudan daha temizdir benim sevgim;
Sevgiyle bu oynayış da hakkımdır benim;
Halden hale girer başkalarında sevgi:
Neyse hep odur benim sevgim ve sevgilim.

Gönül, her an sevdiğinin kapısında ol;
Her istediğini onda ara, onda bul.
Aşk tavlasında hileye kaçma kalleşçe:
Koy canını ortaya, soyulursan soyul.

Sevgilim, ömrü derdim gibi bitmeyesi,
Bu sabah bütün cömertliği üstündeydi.
Bir göz atıverdi bana geçip giderken:
İyilik et denize at mı demek istedi?

Aşk bir beladır, ama Tanrıdan gelme;
Halk neden karşı kor Tanrı emrine?
Bize herşeyi yaptıran kendi madem,
Kulu sorguya çekmenin alemi ne?

En doğrusu, dosta düşmana iyilik etmen;
İyilik seven kötülük edemez zaten.
Dostuna kötülük ettin mi düşmanın olur:
Düşmanınsa dostun olur iyilik edersen.

Sır saklamasını bilirsen Hayyam söyler
İnsanoğlu nedir, ne yapar, ne eder:
Dert çamuruyla yuğrulup gelir dünyaya
Yer içer, karın doyurur ve çeker gider.

Akılla bir konuşmam oldu dün gece;
Sana soracaklarım var, dedim;
Sen ki her bilginin temelisin,
Bana yol göstermelisin.
Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
Birkaç yıl daha katlan, dedi.
Nedir; dedim bu yaşamak?
Bir düş, dedi; birkaç görüntü.
Evi barkı olmak nedir? dedim;
Biraz keyfetmek için
Yıllar yılı dert çekmek, dedi.
Bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;
Kurt, köpek, çakal, makal, dedi.
Ne dersin bu adamlara, dedim;
Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
Benim bu deli gönlüm, dedim;
Ne zaman akıllanacak?
Biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
Hayyam' ın bu sözlerine ne dersin, dedim;
Dizmiş alt alta sözleri,
Hoşbeş etmiş derim, dedi.

YETMEDİ? ÖMER HAYYAM?

BEN SENİ NEDEN Mİ SEVDİM?
Ben seni okyanusun derinliğinde buldum da sevdim,
Parlak bir inciydin benim için,
Paha biçilmez bir inci...
Ben seni soğuk ve yağmurlu bir günde,
Seni düşünürken gülüşündeki sıcaklığının içime dolupta,
Beni sardığı bir anda sevdim.
Seni sadece selvi boyun, siyah saçların ya da kara gözlerin,
Güzel bir yüzün var diye değil...
Fikirlerinle, konuşmandaki güzelliğin,
Ve benim, o kor halde yanan yüreğimle sevdim.
Ben seni derinden hissederek sevdim.
Her kalp atışımda, vücudumun dört bir köşesine yayıldığını..
Beni sardığını her nefes alışımda,
Ciğerlerime işlediğini bilerek sevdim.
Seni kış gecelerinin, o soğuk yatağında,
Birlikte uyuyup beni ısıttığını,
Yaz sıcağında uyuyamayıp, sıkıntılarım olduğun
Ve rüyalarımda buluştuğumuz gecelerde sevdim.
Senin ellerinden tutup kanımın kaynadığı,
Kalbimin yerinden fırlayacağını hissettiğim anlarda,
O ıslak dudaklarınla beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim.
Ben seni, o sensiz anlardaki, boş ve değersiz geçen dakikalarda,
Kayıp zamanlarımızda, seni arayıp bulamadığım,
Çaresizlik içinde olduğum, içki sofralarını dost bildiğim anlarda sevdim.
Sen ne kadar uzak olsanda...
Aramızdaki kilometreler ne kadar çoksa,
Ben de seni o kadar yoğun ve o denli çok sevdim.
Seni kalbimde yanan ateşin ile
Zihnimde oluşan hayallerin, o ay parçası çehrenle,
Bana derinden bakan, o gözlerindeki ışıltıyı göreceğim anları beklerken,
Kalbimin yanıp tutuştuğu anlarda,
Gelip bu ateşi alevlendirerek,
Bana sarılarak, beni sevdiğini söyleyeceğin anları düsünerek sevdim.
Korkuyorum!..
Hakettiğin mutluluğu sana verememekten korkuyorum.
Seni beni sevdiğinden fazla sevememekten kokuyorum.
Senin sevgine layık olduktan sonra,
Başkaları tarafından o sevgiyi kaybetmekten korkuyorum...
Seni kazandım derken, kaybetmekten korkuyorum...
Aramızdaki maneviyat haricindeki uçurumlardan korkuyorum...
Senin kalbini daha fazla kırmaktan korkuyorum...
O temiz, masum göz yaşlarını daha fazla akıtmaktan korkuyorum...
Evet Korkuyorum...
Seni kaybetmekten, seni daha fazla üzmekten korkuyorum...
Sana kendimi ifade edememekten korkuyorum...
Ya da yanlış anlaşılmaktan korkuyorum....
Uçurumun kenarında yalnız kalmaktan korkuyorum..
Dostluğuna doyamadan, uluorta yalnız kalmaktan korkuyorum...
Yüreğimdeki o ince sızının bir gün çoğalmasından,
Ve beni sarmasından korkuyorum...
Sevgi denen güzelliğinin, bir gün beni terk etmesinden korkuyorum...
Dostluğun ölüp, yerine nefretin yeşermesinden korkuyorum...
Korkuyorum evet...
Seni kaybetmekten ve seni daha fazla üzmekten korkuyorum...
Bir çiçek misali, ne ellemeye, ne de koparmaya kıyamıyorum...
Uzaktan seyrediyorum, çünkü...
Seni daha fazla incitmekten korkuyorum...
Ömründe yaşadığın mutluluğu, huzuru
Sana yaşatamamaktan korkuyorum...
Sana kalbimden fazlasını verememekten korkuyorum...
Sonunda sana gözyaşından baska bir şey bırakamamaktan korkuyorum...
Seni sevmekten değil,
Dostluğunu suistimal etmekten,
Seni kaybetmekten ve değerini bilememekten,
Ve Yüce Rabbime hesap verememekten korkuyorum...
Belki de çok fazla korkuyorum...
ÇÜNKÜ BEN İLK DEFA SEVİYORUM...

Attila İLHAN

MEKTUP

Rüyalarım beni yalancı çıkarmazsa bu yaz, olmadı bir dahaki sonbahar yanında olurum. Hiç konuşmam. Sadece elimle yanağını okşarım. Okşarım ve çekip giderim istersen.

Gecedir büyük olasılıkla. Gökyüzünde bir tek yıldız bile yoktur.

Hafif bir rüzgâr esiyordur ve uzaklarda bir iki minik ışık yanıp yanıp sönüyordur. Nedenini bilmiyorum; uzaklardaki ışıklar yanıp yanıp sönerler. Göz yanılgısı mıdır bu, fizik kuralı mıdır, yoksa özellikle mi öyle görürüz? Yani bilinçaltımız yanıp yanıp sönmesini mi uygun bulmuştur ışıkların, bilemem.

Ama bildiğim bir şey var; eğer rüyalarım beni yalancı çıkarmıyorsa geleceğim. Çünkü insanda alışkanlık yaratan hiçbir şey gerçek değildir ve hiçbir aşk yarım kalmaz. Kalamaz.

Ölmeden önce, en geç ölmeden birkaç dakika önce tamamlanır.

Ütopyalarsa gerçektir. Biz gerçeğin neresinden tutacağımızı bilemeyiz sadece. Bu ütopyanın değil, bizim suçumuzdur. Suç değil de hata diyelim. Çünkü herkes hata yapabilir, masum bir şeydir hata. Suç ise herkese göre değildir. Her babayiğidin harcı değildir yani.

Mesela her erkek, hayatının bir döneminde, en azından bir kadını öldürmüştür. Suç mudur bu? Suçsa, bu kadar doğal ve tekdüze bir suç, bu kadar pervasızca, umursamazca nasıl işlenir? Ölen, bir ölü biçiminde devam eder yaşamaya. Öldüren suçluluk duygusundan değil, kendi hayatının daralan yerlerinden başlar sıkılmaya. Çünkü her öldürme eylemi, hayatın bir yerini daraltır. Kimisi öyle bir daraltır ki, öldüren sıkışır kalır orada, ölmekten beter olur!

Ölenle ölünmez, evet! Ama öldürenle ölünür. Kadınlar kendinden bir önceki kadını öldüren erkekleri sever. Her kadın acıya meyillidir. Acıyı çekmek için değil ama! Çünkü acı, çekilen ve çektirilen bir şey değildir ki.

Çoğaltılan, yayılan, kazınan, kızıştıran, zevk veren, zevk verdirten, delirten, yırtan, yakan bir şeydir aynı zamanda...

Acıyla şaka olmaz. Acıyı yakından tanıyan herkes, hele de ömrünün bir döneminde, en azından hayatının bir döneminde bir kadını öldürmeyi becerebilmişse, yazın, olmadı sonbaharda, aniden çıkabilir karşınıza.

14 Haziran 2007, Altay ÖKTEM/PENGUEN-sayı24

Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Şevkat ve merhamette güneş gibi ol.

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.

Hoşgörürlükte deniz gibi ol.

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.

efsane bu ya...

Zeus’un oğlu Işık Tanrısı Apollon, ırmak kenarında genç ve güzel bir kız görür. Bu eşsiz güzelin adı Defne’dir. Apollon’un içinde arzular uyandırır. Onunla konuşmak ister. Fakat Defne, Işık Tanrısı’nın içinden geçenleri anlamıştır. Kaçmaya başlar. O kaçar, Apollon kovalar. Çapkın Tanrı bir taraftan "kaçma, seni seviyorum!" diye bağırır. Defne ise Tanrılarla sevişen kadınların başlarına neler geldiğini bildiği için korkuya kapılır ve kaçmaya devam eder. Apollon’a gelince, bu güzel periyi mutlaka yakalamak istemektedir. Aralarındaki mesafe gittikçe kısalır ve bir an gelir ki Defne, Apollon’un sıcak nefesini saçlarının arasında duyar. Artık kurtuluş imkanı kalmadığını anlayan Defne, birden durur ve ayağı ile toprağı kazıyarak şöyle bağırır:

-"Ey toprak ana, beni ört... beni sakla... beni koru!"


Bu içten yalvarış üzerine Defne organlarının ağırlaştığını, odunlaştığını hisseder. Olgun göğsünü gri bir kabuk kaplar, kokulu saçları yapraklara dönüşür, kolları dallar halinde uzar, körpe ayakları kök olup toprağın derinliklerine dalar, bir defne ağacı oluverir.

Bu manzara karşısında şaşıran Apollon, Defne’nin ağaç oluşunu hayret ve üzüntü ile seyreder. Sonra da sarılır ve sert kabukları altında hala çarpmakta olan kalbinin sesini duyar ve şöyle seslenir:

-"Defne, bundan sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi olacak. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yanyana geçecek."

Bu tatlı sözler üzerine Defne, dallarını eğerek Apollon’u saygı ile selamlar.

Apollon üzüntü ve heyecan içinde o ağacı simge olarak aldı ve parlak yapraklarından başına bir taç yaptı. İşte o zamandan beri şiir ve silah zaferi Defne dalı ile ödüllendirilir oldu.