“Eğer Ağlıyorsam Yaşıyorum Ben…”

Zaten o eylül sıcağında ceketin üzerine gocuk giymişim pişiyorum, sinir içindeyim bir de bu haber beni mahvetmişti. Etrafımdaki herkes ne kadar da rahattı. Çünkü s.kilecek olan bendim. “Sabri” diye bi’ çocuk beni arkadaşlarıyla beraber arıyormuş. Daha 12 yaşındayım lan, boy desen bir elli ha var ha yok. Vücudumla dertlerim var zaten, beden derslerinde sağdan sayarken herkesin aksine ekstradan bi’ adım öne çıkıp yeşil naylon takım eşofmanlı hocamıza bakarak “36 sooon!!!” demem lazım. Asla dalmamalıyım, sayım bende bitiyor. Sürekli diken üzerinde olduğum bi’ görevim var. Ve o gün beden dersi var, ve o gün çok sıcak, ve o gün gocuk giymişim… okula giderken dayanamayıp en sevdiğim tatlı olan kerhane tatlısı alarak diyetimi bozduğum için zaten kendimi suçluyorum. Bir de bu “Sabri” adlı kişi veya kişilerle nasıl göğüs göğse çarpışacaktım ben. “Acaba çantamda hazır olan kadife takım eşofmanımı hemen oracıkta giyip Sabri’yle kavga etsem mi?” diye çok hızlı düşündüm ve bu düşüncemden hemen vazgeçtim. Çünkü spor ayakkabılarımı getirmeyi unutmuştum. Eşofman altı köseleyle Sabri beni görmemeliydi. Yumruklarım belki ona korku verebilirdi ama eşofmanın lastiği ile kösele arasından görünen kırmızı kilotlu çorabım, yumruklarımın verdiği korkuyu acıma duygusuna çevirebilirdi. Dedim ya hemen vazgeçtim bu düşüncemden. Ben savaşçı değil uzlaşmacı bir kişiliğimdir. Durduk yere Sabri ve arkadaşlarıyla savaşmamın da barışmamın da bir gereği yoktu. Halamın oğlunun ismi de Sabri’ydi ve hayatımda bir Sabri daha istemiyordum. İkimizde kendimize ait olan dertlerle ilgilenelim, birbirimizle olan dertlerimizde ise sadece uzlaşalım ve çok fazla coşku olmadan bu uzlaşıyı kutlayıp, yine kendimize dönelim istiyordum. Hepsi bu… Niçin arandığımı sordum, sebebinin önemli olmadığını söyledi dostlarım. Yüzüme anlamsız bi’ gülümseme yapışmış, gözlerim yavaş yavaş dolmuştu. Titreyen göz bebeklerimle bir cevap beklercesine arkadaşlarıma bakıyordum. Neden?? Cevabı “kaç!” olan bi’ soruya “neden?” diye sormakta ısrar etmemem gerektiğini o yaşlarımda bilmiyordum. İyimserler ve kötümserler vardı. “Yok, lan bişey olmaz, korkma.” diyenlerin yüzlerine sevgiyle bakıyor, onlara elimdeki tatlıyı kendi ellerimle yedirmek istiyordum. Kötümserlerle ise göz temasına girmekten kaçındım. Sabri hakkında biraz bilgi toplamaya çalıştım. Babasını falan döven adammış, okul bitince de Salih Narin hocamızı dövecekmiş. Salih Narin’i dövebilen adam bana neler yapmazdı. Etrafımdaki kalabalığı görüp “noolmuş” diye soran birine bir diğerinin “Umut yarrrraaaa yedi” diye cevap verdiğini duydum aniden. Ne kadar çirkin bi’ tabirdi. Titremeye başladım. Yakın arkadaşım Alper Baş, “Oğlum korkma lan! Bakarız bi’ çaresine” diye beni teskin etmeye çalışıyordu ama o deminki çocuklar hala beni gösterip içinde bulunduğum belayı el hareketleriyle betimliyorlardı. Alper Baş, birden beni kendine çekip “oğlum bak bi'şey yaptıysan söyle, yaptın mı lan bi'şey Sabri’ye, doğru söyle” diye daha alçak bi’ ses tonuyla tane tane sordu. Aynı benim gibi 12 yaşındaki Alper bu babacan tavrıyla beni nasıl da yörüngesine almıştı. Ağzından çıkan her söze dikkat ediyordum çünkü Sabri mevzusundan beni kurtarabilecekmiş gibi duruyordu. “Yok abi valla bişey demedim. Tanımıyorum bile Sabri ağabeyi. Kimsenin ecdadına, anasına falan hayatta küfretmem, birinin kız kardeşine filan da bakmam.” diye kendimi savundum durduk yere. “Zaten birinin anasına küfretsen önce ben döverim seni.” diye insan hakları evrensel beyannamesine alınası bi’ cümle kurdu Alper Baş. Hepimiz sessizce başımızla onayladık. Bir anda herkeste bir birlik hissi oluştu. Manevi değerler bir kez daha hepimizi kaynaştırmıştı. Bu birlik hissini hep sürdürmek, sonunda da Sabri’yi ve arkadaşlarını da manevi değerler çevresinde toplayarak dayaktan kaçmayı umuyordum. Sabri’yle aynı potada erimek istiyordum. Gözlerimi kapatıp başımı sallayarak “kimsenin kız kardeşine de bakmam abi” dedim. Fakat pek bi’ katılım olmadı. “Kız kardeşe bakılmaz!” diye yinelemem ise bir sonuç vermedi. “Kaç oğlum sen!” diye sözümü kesti Alper. “Abi hepimiz medeni insanlarız, varsa bi’ sorun konuşalım bence.” diyerek diyalog çabalarımı sürdürdüm. Tamam kaçayım da ne kadar kaçacağım kaç gün, kaç hafta, kaç ay?… Yerim belli yurdum belli, Sabri kafaya koyduysa beni er ya da geç yakalar. Kaçmanın bi’ çözüm olmadığını o yaşımda bile biliyordum. “Oğlum sen kaç!” diyerek itti beni. “Nereye kaçayım lan ders var?” diye çaresizce sordum. “Ne bileyim! Sen tenefüslerde sınıfta pek durma. Git gizlen bi’ yere. Ben Yasin ağabeyle konuşcam. Sabri’nin arkadaşıdır, o halleder” Hiç yüzünü görmediğim halde birden Yasin ağabeyime büyük bir sevgi besledim. Etrafımdaki kalabalıkla birlikte okula girmek için sıraya girdik. Aslında ruh halime iyi gelmişti bu Sabri belasına bulaşmam. İnsanlar çevremden hiç ayrılmıyordu. Çünkü artık sıradan, basit bi’ insan değildim. Bir mevzusu olan, birileriyle sorunları olan bi’ adamdım. En azından birileri tarafından aranıyordum, herkes gibi değildim. Suça yakın olmamın gizli çekiciliği bütün herkesi sarmıştı bir anda. Herkes bana çok yakın duruyordu. Sırada beklerken, sessizce geçmiş olsun diyenler, normalde hiç vermediği halde selam verenler bile oluyordu. Ben de doğal olarak havaya girmiştim. Elimdeki tatlıyı yemeyi bırakıp “Kaçmıyorum ki abi, ne kaçıcam, varsa sorun gelsin çözelim. Alttan alırım ama kimse de unutmasın ki Sarıyer’in piskopatı meşhurdur. Var bizim de tanıdıklarımız…” diye açıklamalar yapıyordum. Dediklerime ben bile inanmıyordum. İlk iki ders blok olduğu için çok mutluydum ama sonra tenefüs başlayacaktı. Tenefüste nereye kaçacağımı bilmiyordum. Bi’ yerde gizlenip Yasin abinin devreye girmesini bekleyecektim. Tek planım buydu. Her zamankinin aksine ortalara değil en arka sıralardan birine oturdum. Daha doğrusu arkadaşlarım tarafından oturtuldum. Askıdaki montların arasından kafalarımızı çıkararak ne yapabileceğimizi bütün ders boyunca konuştuk. Ben burada can derdindeyken diğer arka sırada pervasızca 31 çeken arkadaşım Akif bi’ ara belli belirsiz gözüme takıldı. Alper benle beraber zil çalınca fırlayıp Yasin’lerin sınıfına gidecek ve durumu anlatacaktı, ben ise tuvalette gizlenecektim. Yani ders boyunca planımızı hiç geliştirememiştik, plan aynıydı. Sonunda zil çaldı. Alper’le beraber hemen fırladık. Hocamız bakınca önlerimizi ilikleyerek yavaşladık, biraz ön ilikli yürüdük, sonra tekrar koştuk. Merdivenlerde ayrıldık… Hemen daldım tuvalete. Kabinlerden birine girdim. Biri çok kötü sıçmıştı. Kabinden kendimi atmak istedim ama tuvalet bi’ anda öğrencilerle dolmuştu. Sabri veya arkadaşlarından biri orada olabilirdi. Sifonu çektim gitmedi. Kayalıklara uzanmış denizaslanı gibi bi'şeydi, kayadan süzülen dalgalar ince bi’ iz bırakarak yanından akıp gidiyordu. Hiç tanımadığım iki insan olan Yasin ve Sabri’nin benim için konuşmasını, başkasının bokunun yanında bekliyordum. Yasin’le de Sabri’yle de Bok’la da daha bu sabaha kadar hiçbir ilgim yoktu ama üçü de durduk yere hayatımın merkezine oturmuştu. Sifonun dolmasını bekleyip bi’ daha çekerek, gizlendiğim yeri daha yaşanılır kılmalıydım. O sırada dışarıdan bir bağırtı geldi. “Salih Narin geliyo laaan!” dedi biri. Bir iki kişiyi sigara içerken yakalamıştı. Kabinlerin kapılarına vurarak çıkmamızı söyledi. Ben öksürdüm ama tekrar daha sert vurdu. Ortaokul öğrencisinden beklenmeyecek büyüklükte bir kabahat ve beni yan yana görünce büyük bir tiksintiyle baktı bize Salih Hoca. Sifon ise durmaksızın öterek gergin ortamı daha da geriyordu. Sırtıma vurmaya bile tenezzül etmeden, gözlerini kapayarak, elini “sktir git bu tuvaletten, mikrop seni” manasında havada savurdu. Koşarak çıktım tuvaletten. Zil çoktan çalmış meğerse. Boş koridorlarda güvenle koşarak sınıfa gittim. Beden dersi için erkekler sınıfta giyiniyordu, kızlar ise spor odasında. Olağan beden soyunması coşumu yaşanıyordu. Futbol tezahüratı yapanlar, kendine güvenip donla ortalıkta gezip, rahat hareket sergileyenler ve en kuytu köşelerde hızlıca soyunup giyinenler vardı. Kendime güvenmediğimden değil de başka bi’ sıkıntım olduğundan ben de hızlıca soyunup, kadife eşofman takımımı giydim. Zorunlu olan okul formasını henüz alamamıştım. Hocamız “ama okul formasını mutlaka alın” diyerek bir müddetliğine izin vermişti biz birkaç farklı eşofmanlıya. Hoca zaten inceden kıldı biz farklı eşofmanlılara, bi’ de spor ayakkabımı getirmemiştim. Kesin çok kızacaktı. “35 soooon!” diye bağırdım, bi’ arkadaşımız hastaydı, sınıfta sınıf nöbetçisiyle çantaları bekliyordu. Hocamız ayaklarıma dikkatle baktı. “Nerde lan senin ayakkabıların!” diye bağırdı, daha cevabımı dinlemeden “Çık yukarı! Sınıfta bekle sen de. Derste spor ayakkabısız öğrenci görmeyeceğim bundan sonra!” diye bağırdı. Turnikeye çıkmış beceriksiz kızları izlemektense sınıfa çıkmayı normalde çok isterdim ama bugün sınıfa çıkmamalıydım. Salih kötü şeyler çeviren biri olduğu için boş sınıflara gelebilirdi. Okullarda boş sınıflar suçun merkeziydi. Sınıf nöbetçisi zaten beni sevmeyen bi’ çocuktu, öbürü ise hasta. Kim beni o boş sınıfta Salih’ten koruyacaktı? Yasin işi ne olmuştu acaba, Alper’e hiç sormamıştım. Beden hocasının sevdiği çocuklardan biri hocanın talimatı ile numaramı aldı, sınıfa çıktım. Hasta arkadaşımız, gerçekten hastaydı. Çıkarılmış kumaş pantolonların, gömleklerin, ceketlerin arasında ateşler içinde yatıyordu. Sınıf nöbetçisi ise öğretmen sandalyesini camın kenarına çekmiş fotospor okuyordu. Beni görünce bi’ baktı, sonra gazetesine geri döndü. Sıranın birine oturdum, gözümü kapıya diktim. Üçümüz de kendi derdimizdeydik. Biri sıkılıyor, biri korkuyor, biri ateşler içinde yanıyordu. Boş sınıfın sessizliğini nöbetçi bozdu. “Yasin senin için konuşmuş lan. O çocuk benim himayem altında demiş Yasin. Sabri’nin de sana karşı siniri geçmiş zaten.” diye sanki çok sıradan bi’ olaymış gibi verdi bana bu sevinçli haberi. O an o kadar sevindim ki çift davullar çalsın, sevenler kavuşsun, dargınlar barışsın istedim. Adalet yerini bulmuştu. Ben kimsenin anasına bacısına küfretmeyen, kimsenin karısına kızına bakmayan bi’ insandım ve hiç tanımadığım birinin himayesine girdiğim için çok sevindim. Sabah ortada Sabri mevzusu yokken yediğim kerhane tatlısı bile bu kadar mutluluk vermemişti bana. Himaye altına alınmanın sevinciyle, hasta olan sınıf arkadaşıma, “iyi olacaksın, dayan, iyi olacaksın!” diye sıkı sıkı sarıldım. Sonra nöbetçiden fotosporu isteyip, lig fikstürüne şöyle bi’ göz attım. Hikayeyi bilmeyenler için bir daha anlatayım. Alman filozof Firederik Niçe bir gün sahibi tarafından acımasızca kamçılanan bir at görür. Gördüğü acımasızlık karşısında dayanamayan Niçe gidip atın boynuna sarılarak hüngür hüngür ağlar. Ben bu hikâyeyi ilk duyduğumda “demek ki içli adammış” diyerek çok takdir etmiştim ünlü Alman filozofu. Ama artık öyle düşünmüyorum. Niçe ağladı ve geçip gitti. Başkaları adına ağlıyor olmanın kıvancını yaşayıp bi’ de üstüne bütün takdirleri topladı. Peki, At ne yapsın .mına koyiim! Niçe’yi öveceğiz diye atı unuttuk. Olan At’a oldu.

Umut SARIKAYA / UYKUSUZ, 24 Eylül 2009, sayı-39


all along the watchtower

"burdan kurtulmanın bir yolu olmalı" dedi soytarı hırsıza
"öyle bir karmaşa var ki geçmiyor hiç sıkıntım
para babaları içer şarabımdan, beller toprağımı sabancılar
bilmez hiç biri ne değerlidir her zerresi bunların"


"heyecana gerek yok" dedi hırsız nazikçe
"çokları var ki burada, aramızda, sanırlar hayat bir şaka
ama sen ve ben, biz, bunları aştık ve bu değil yazgımız
bırakalım aldatmayı kendimizi, bak doluyor vaktimiz"

gözetleme kulesi boyunca, prensler seyreyledi manzarayı
koşuşurken kadınlar ve yalınayak uşaklar
dışarda, uzaklarda hırladı vahşi bir kedi
yaklaşıyordu iki süvari, duyuldu uğultusu rüzgarın


...şöyle de olabilir gibi...

"bir çıkar yol olmalı" dedi soytarı hırsıza
"öyle karışık ki aklım, nefesim daralmakta
ağalar kanımı içerken paryalar eşeler toprağımı
hiçbiri bilmez aslında ne kıymetli olduğunu"

"hiç boşuna celallenme" dedi hırsız kibarca
"burada öyleleri var ki, onlar için hayat şaka
oysa sen ve ben, aştık bunları ve bu değil yazgımız
o yüzden riyayı bırak, tükenirken ömrümüz"

gözcü kulesi boyunca beyler ufku taradılar
kadınlar gelir ve giderken, ve baldırıçıplak uşaklar
dışarıda, uzaklarda, kükredi vahşi bir kedi
rüzgar uğuldamaya başladı, göründü bir çift süvari

...müziğin kendini aştığı, ölümsüzlüğe dokunabildiği zamanlar vardır. nadiren de olsa, bir şarkının sözleri gecenin içinde diğer bütün zamanlarda olduğundan daha güçlüdür. belki kimse o harika sözler için nobel ödülleri vermez, 10 satırlık bir şiirimsinin gerçek edebiyat olduğunu çok da düşünmez. fakat bazı şarkı sözleri mevsimleri birbirine böler, insana genişlediği hissini verir. insan bu tür şarkı ve sözler karşısında kimi zaman esnediğini, başka bir boyuta geçmek üzere olduğunu hissederek parçalara bölünmek üzere olduğunu duyumsar ve neredeyse, küçücük sihirli bir dokunuş olsa o noktada, gaybın kapılarını sert bir thor yumruğu gibi parçalayarak asgard'dan içeri taşacağını hisseder. fakat ne yazık ki, paganizmin çöküşünden sonra insan pek çok ölümsüz yeteneğini yitirmiştir ve böyle anlarda, bu tip şarkılarda garip bir ruhsal orgazmın eşiğinde, boşalamadan tuhaf bir sıkışmışlıkla kalakalır insan. bin ömer hayyam rubaisini okumakla aynı kekremsi şeyleri hissettirir insana...

...şarkı "hırsız" ve "soytarı" olarak tanıtılan iki karakterin konuşmasıyla açılıyor. ilk iki dörtlüğü kaplayan diyalogdan anlıyoruz ki bu iki karakterin dünyası yıkımın eşiğinde veya yıkılmaktadır. son dörtlükte ise sahne değişiyor, bir gözetleme kulesinden uzaklara bakan prensler ile karşılaşıyoruz bu kez. bunlar hakkında bilgimiz yok, ama bu yıkılan şehrin/ülkenin/dünyanın yöneticileri olmalılar. kızılderili katliamı hakkında olduğu söylenen bu şarkı, kesif bir yıkım hissini, hatta evrensel bir yıkım temasını içinde barındırıyor. rüzgarın ve vahşi hayvanların sesleri, ufuktan çıkagelen iki atlı (felaket tellalları?) bu temayı destekleyen imgeler. şarkı bob dylan'a ait olsa da, en çok tanınan ve sevilen versiyonu jimi hendrix
experience'ın electric ladyland albümü için coverladığı halidir. hatta bizzat dylan'ın bile bu versiyonu daha çok sevdiği söylenir...

...soytarı ve hırsızın nasıl bu korkunç sona gelmiş olduklarını bilmiyoruz. bir hırsızın, sahip olamamak kızgınlığı vardır, yoksunluk karşısında artık eyleme dökülmüş çalma haklılığı ve bir soytarı daima ağlar. soytarının tek derdi her şeyi görmek sıkıntısıdır. her şeyi bilmenin sonucunda delirmemek için dalga geçmek yolunu seçmiştir...

"burdan dışarı bir yol olmalı" dedi soytarı hırsıza

...oysa bir çıkış bulmak hırsızın işi olmalıydı. işlerin nasıl bu hale geldiğini bilmiyoruz fakat daha en başından bir terslik korkusu içimizi sarıyor. eğer bir yol olsaydı, onu hırsız bulmalıydı...

"işler fena karıştı, bir türlü huzur bulamıyorum
içer patronlar şarabımdan, kazar çiftçiler tarlamı
bu satırdakilerin hiçbiri bilmez bunların değerini"


...an be an kan kaybından ölecek soytarı. fakat bir soytarının bazen bir kraldan daha çok şeye sahip olduğuna eminiz. soytarı şüphesiz ki biziz. soytarı bizden bahsediyor. ekilen tohumlar, fırtına, gözyaşı ve ah doğuracak da olsa hasat kendi çocuğumuz gibi sevilecek. yüzümüze esen melankoliden haz duyacağız, fakat hiçbirinin değerini bilmeden. bu noktaya nasıl geldik belli değil ve düşüyoruz...

"heyecanlanmaya gerek yok" dedi hırsız kibarca
"içimizden pek çoğu sanır ki hayat yalnızca bir şaka
ama sen ve ben bunları aştık ve bu değil kaderimiz"

...hayatta kalmak için endişelenen bir soytarıdan daha endişe verici hiçbir şey yoktur. pek az şey sağlam, kaya gibi karakterlerin altüst oluşu kadar endişe verir insana. hayatlarımızın ilk 25 senesi özel birisi olduğumuzu sanarak oyalanırken, geriye kalan 25 senelik dilim öyle olmadığımızı kabullenmekle geçiyor ve her şeyin daha üstünde bir hiçlik yayılıyor. fakat değerli bir hiçlik bu. tek gerçeğin hiçlik ve boşluk olduğunu fark etmiş bir hırsızın boş vermiş nihilist iç çekişleri yayılıyor atmosfere...

"bırak artık boş yere çene çalmayı, vakit geç oldu"

...fazla zamanımızın kalmadığını biliyoruz. konuşa konuşa bir yere varamayacağımızı da biliyoruz, fakat kimse cevapları söylemiyor. hala bir cevap, bir mana olduğunu fark edemeyecek denli şuursuzuz...

gözetleme kulesinin tepesinde prensler seyretti etrafı

...doğuya kayıyor gözlerimiz. belki hiçbir gözetleme kulesine dokunmadık, görmedik ama, onbinlerce yıldır doğunun hüznü sinmiş kalıtsal dna larımız gözetleme kulesinin anlamını biliyor. savaş, yas, umut, göç, yükseliş ve görkemli çöküş kelimeleri hala o iki kelimenin içine sinmiş duruyor. gözetleme kulesi kelimesini duymak, hiçbir batılıya, bir doğuluya hissettirdiklerini hissettirmez. metal arabalarla gökyüzünde gezdiğimiz şu günlerde bile...

gelip geçerken tüm kadınlar ve yalınayak hizmetçiler
uzaklarda kükredi bir yaban kedisi
iki atlı yaklaşıyordu, rüzgar uğuldamaya başladı...


...son sözler sadece durumu açıklıyor. hayat gibi. her şey cevaplanmadan kalıyor. başladığı gibi. ama neden daha da sıkışmışız şimdi. başında da dedim ya, nadiren olur bu. bir şarkı gecede şaha kalkar ve diğerlerinin hiç parıldayamadığı kadar parıldar. tam nefes alış verişleriniz hızlanıp kesikleşmeye, ruhsal bir boşalmanın milimetrik sınırlarına gelmişken geriye çekilir ve söner bütün coşku. çünkü insanoğlu tanrısallığını yitirmiştir artık. şimdi geride muhteşem, hayvani bir insan ruhunun çöküşünden başka bir şey yoktur ve her çöküş muhteşemdir. hele ki yükseklerden düşüyorsa...
Herkes, hayatında en az bir kez, yardıma ihtiyacı olan bir sevdiğine bakacak ve aynı soruyu soracaktır: “Yardım etmeye hazırım Tanrı’m, ama ya bi’şeye ihtiyacı yoksa?”
Bize yakın olanlara her zaman yardım edemediğimiz doğrudur. Nedeni, hangi parçamızı vereceğimizi bilemememiz, ya da daha çok, vermek istediğimiz parçamızın istenmemesidir. Bu yüzden birlikte yaşadığımız insanların bizden kaçtıklarını bilsek de onları yine de sevebiliriz. Onları tamamen, ama tam olarak anlamadan, sevebiliriz...
Dünya Edebiyatı...
bıt bıt bıt bıt” diye cep telefonunun rehberinde aşağı doğru iniyordu Sitiwırt… adam isimlerinin arasında seyrekçe görünen bayan isimleri, gece virajı dönen arabanın farları gibi gözlerini kamaştırıp yok oluyordu… bu bayanlar çoktan başka arabanın yolcusu olmuş, cep telefonu rehberinin hayaletleriydiler… “sileyim lan bunları” diye düşündü Sitiwırt… “sileyim ama bi’ kağıda da not alayım” diye ekledi… neden sonra elinde bayan isim ve numaralarının olduğu kağıda bakarken buldu kendini?… cep telefonu komple erkek olmuştu… az evvel rehberden aşağı inerken “bıt bıt bıt bıt” eden telefon, artık “AL-AL-AL-AL” ediyordu adeta… psikolojik midir bilinmez, telefonu ayak da kokmaya başlamıştı… bu yüzden ellerine çorap giymeden kullanmaz oldu onu… bi’ gün telefonun sakal traşını yaptırmaya gittiğinde, berberden aldılar Sitiwırt’ı… akıl hastanesinin çekmeyen bi’ odasına yerleştirdiler… ama erkek, türksel gibidir, her yerde çeker… “hayallerim var” dedi, geldi…

Emrah ABLAK / UYKUSUZ, 29 Temmuz 2009, sayı-99
Parıltı
Ateş gibi bir nehr akıyordu
Ruhumla o ruhun arasından
Bahsetti derinden ona halim
Aşkın bu onulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi...
Ahmet Haşim

Çabuk eve gel!

Balkondan evladını ısrarla eve çağıran anne sesi bir moral bozukluğu olarak kalmış aklımda. Oyunlarımızı yıkan bir sesti anne bağırması. En çok Emre çağırılırdı. Annesi hiç es vermeden “Emreee!” diye defalarca tekrar ettikçe, aşağıda kurduğumuz fantastik dünya, “bakkaldan alınacak ekmek”, “akşamın olması” gibi gerçek dünyanın müdahaleleriyle yıkılırdı. Ailelerin ekmek ihtiyacı, zevkten sümüğümüzü burnumuzda tutamayacak kadar kendimizden geçiren nice oyunu dağıtmıştır. Ekmek bizim düşmanımızdı. Emre bazen ekmeğin çağrısını sallamazdı. Ekmeği bir oyunun en heyecanlı yerinde aniden arzulayan annelere karşı çıkmak ara sıra mümkündü çünkü. Annelerin bir şekilde ayarlanabileceğini biliyorduk. Ama annenin çağırması, o an balkonda gözükmeyen ama varlığı evde bir tehdit gibi dolanan baba yüzündense ciddiye alınırdı. Çağrıların en kuvvetlisiydi “baba çağrısı”, cevapsız bırakılamayacak gizli bir korku içeriyordu. Karanlığın çökmesiyle birlikte yapılan çağrılar bu yüzden tehlikeliydi, çünkü o saatlerde bu yorgun adamlar evlerine dönüp yavaş yavaş hakimiyeti ele geçirmeye başlıyorlardı…

O gün, öğle vakitlerinde yapılan çağrıda ısrarla ismim yinelenince biraz şaşırdım. Normalde çok çağrılan bir çocuk değildim. Sanki bizim eve onu gönderecekmişim gibi Emre’ye baktım. Sonra sesin geldiği balkona çevirdim kafamı. Ben bakınca annem, ismimi bırakıp “Çabuk!” demeye başlamıştı. “Ne yaaa!” diye bağırdım. “Çabuk eve gel!” diye tekrar etti. Bu çağrıda ekmeğin boyutlarını aşan bir ciddiyet sezdiğim için isyanımı fazla sürdüremedim. Terim, dizlerimdeki kirler ve ara sıra çekerek gizlemeye çalıştığım sümüğümle beraber merdivenlerden yukarı çıktım. Annem kapıyı açıp o günün sihirli kelimesini söyledi: “Çabuk banyoya!

Banyoda arınıp salona girerken, “Her gün en az 4 saat çalışıyorum.” Diye bir cümle duydum. O an çok sıkıcı ve zorlu bir ortama girdiğimi anladım. Meçli ve çook kabarık saçlarıyla bir kadın bana “Gel bakalım…” dedi. Beni kapıda görür görmez uzatarak elini öpülmeye hazır bir konuma getirmişti. Kutsal ele doğru ilerledim, ulaşınca önce çenemle sonra anlımla öptüm. (Islak ve erotik bir öpücük sanılmasın diye dudaklarımızı kullanmıyoruz.) “Hadi bakalım…” dedi. Çocuklarla her konuşmasına “Hadi bakalım…” ekleyen sahtekar büyüklerimizden biriydi bu kadın. “Hatırladın mı bakalım bizi?” dedi. “Biz” dediği insanlara baktım. “Hatırlamadım” dedim. Sonra bir adamın elini öptüm ve benim yaşımda ama “her gün en az 4 saat çalışan” dijital sesli bir çocukla el sıkıştım. Kabarık saçlı sahtekar, “Oğuz’la aynı yaştasınız” deyince bir an moralim bozuldu. Tanıyordum bu insanları. Demek Oğuz buydu. Bir efsaneydi o ve şimdi tam karşımda oturuyordu…

Karşımda oturan ve üzerindeki tişörtte “Gold Boy” yazan (bilerek mi alınmıştı bu tişört??) bu çocuk, adı sürekli “başarı” kelimesiyle anılan ve sülalenin diğer çocuklarına ayda bir iki kere örnek gösterilen kişiydi. “Oğuz’u ikinci sınıfa atlatmışlar…”, “Oğuz sınıf birincisi olmuş… (hem de atladığı sınıfta)”, “Oğuz İzmir’de başa(?) oynuyormuş…” gibi cümleler sülalemizin haber kanallarında sık sık dolaşıyordu. Sonraki yıllarda Oğuz, girdiği bütün sınavları kazanacak, dersaneler peşinden koşacak, en zor puanlı bölüme “hiç zorlanmadan” girecek ve şirketler Oğuz’u “havada” kapacaktı. Ama havadaki Oğuz şirketleri değil, “ihtisas” yapmayı tercih edecekti: “Oğuz ihtisas yapıyormuş…” Kaç kere duydum bu cümleyi? Tüm sülale “ihtisas” demeye bayılıyordu. Bir sihir gibi çıkıyordu ağızlarından, sanki öpüp ondan sonra salıyorlardı bu kelimeyi. Bugün bile bu kelimeyi duyduğumda, içimde ihtisas yapmış bir Oğuz uyanıp midemi yumrukluyormuş gibi bir hisse kapılırım…

Oğuz’un her hareketinden haberdardık. Özellikle benim sıfır çektiğim, Oğuz’unsa fen lisesini kazandığı yılı unutamıyorum. Ogünlerde de tüm sülale koro halinde “fen lisesi!” diyordu. Ulaşılmaz bir lise türü olan bu gizemli mekanın kapılarını biri sonuna kadar açmıştı. Ben görmedim ama anlatılanlardan çıkardığıma göre, Oğuz’un meçli ve kabarık saçlı annesi o yıl, aşırı gururdan garip sesler çıkarmaya başlamış. Meçli saç, oğlunu anlatmaya başlayınca, bir süre sonra cümleleri kaldırıp sadece “Oğuz” diyormuş. Saçları da gitgide daha fazla kabarıyormuş. Tüm dünya o günlerde, Afrikalı çocuklar için “We Are The World” şarkısıyla kenetlenmişken, bizim sülale Oğuz için kenetlenmişti. Ve ben Oğuz’dan da, eğitim sistemimizi taçlandıran başarılardan da iyice nefret etmeye başlamıştım.

Aslında önemli olan verimli çalışmak.” dedi. Annem o an bana baktı. Sanırım benden aldığı verimden memnun değildi. Bayan Meç kendi ambalajlı ürününü gururla seyrediyordu. Benim dizaynımdaki aksaklıklar, kendi çocuğunun pırıltısını ortaya çıkardığı için, sanki onu mutlu ediyordu. Taa İzmirlerden sadece oğlunu bize göstermek için gelmiş gibiydi. Babasıysa varlığıyla yokluğu fark etmeyen “etkisiz baba” lardandı. Bir kütle olarak koltukta oturuyordu. Bu kütleden ara sıra “hıf hıf” gibi, yeryüzünde hiçbir efekti karşılamayacak gülme sesleri çıkıyordu. (Bu tür adamların bu tür kadınlarla evliliklerini nasıl devam ettirdikleri ve en önemlisi de nasıl seviştikleri büyük bir sırdır.) Aşağıdan Uğur’un sesi geldi. Gol atmıştı. O gollük pası ben vermiş olabilirdim. Burada, bu insanların arasında banyoda becerebildiğim kadar arınmış halimle oturmaktan çok sıkılıyordum. O sırada Oğuz, sınavlara hazırlık dışında kendi okul derslerinin nasıl gittiği sorusuna “Bomba gibi!” cevabını verdi. Patlamaya hazır Oğuz, huzuruna çıktığı bütün yetişkinleri mest ediyordu. Aşağıdan Uğur’un “Bas, alırsın!” diyen sesi geldi. İyice köşeye sıkışmıştım. “Okul dersleri zaten çocuk oyuncağı.” dedi Oğuz. Evet, doğru, çocuk falan değildi Oğuz. Büyüklerin dünyasında alkış aldıkça yaranmak için daha da abanan ve aldığı alkışlarla şarj olan bir tür mekanizmaydı sadece. Şuna bakın hele, büyüklerinden aşırdığı ses tonuyla nasıl da ağzını terbiyeyle büzerek konuşuyor. Konuşurken zamanın çok değerli olduğunu ima edercesine ara sıra, nasıl da dijital saatine bakıyor. “Bomba gibi” patlamaya hazır, şirketler ilerde havada kapsın diye şimdiden yükselmeye başlayan bir çocuk… İşte geleceğimizi emanet edeceğimiz gürbüz oğlan bu. Bir de bana bakın; sınavı kazanma ihtimali düşük, sürekli “dışarıdan” tost yiyen, salonda Oğuz’dan arta kalan ufak bir boşlukta var olmaya çalışan şu çelimsize… Üstelik götümde kıl kurdu varmış, “sürekli tost yersem olacağı buymuş”… Aşağıdan “Goooool!” diye bağırıyor Uğur. Aslanım Uğur…

E hadi bakalım, isterseniz bi’ yarım saat dışarı çıkın…” dedi Bayan Meç. Hayattaki bütün hırslarını karşılayan evladını bir program dâhilinde ödüllendiriyordu. Ne olursa olsun nefis bir haberdi bu. Ben merdivenlerden uçar gibi inerken, Oğuz kontrollü bir yetişkin hızıyla iniyordu. Beklemedim. Şimdi bizim mekandaydık işte. Yanımıza gelince “Futbol mu oynuyorsunuz?” dedi. (Biz ona top oynamak diyoruz!) Dijital saatine bakarak “Bir yarım saat oynayalım.” dedi. (Ne yarım saati be! Ölene kadar sürecek bu maç!) Oynamaya başladık. Tam bir sokak beceriksiziydi. Topa pis burun vuruyordu. Beceremedikçe artan hırsı onu iyice komik duruma düşürüyordu. Mal gibi olmuştu. Onun bu halini gördükçe bir şeylerin öcünü alıyormuş gibi seviniyordum. Hele, bir ikili mücadele sırasında, top oynadığımız mekandaki 15 santimlik süs havuzuna düşünce iyice keyiflenmiştim. Üstü başı ıslak nasıl da koşarak kaçmıştı. “Salak” demiştik arkasından. Bütün dereceleri altüst eden bir çocuğun yaptığı bu salaklık, çocukluk tarihine geçeceği için nefis bir enstantaneydi…

Balkondan evladını ısrarla eve çağıran anne sesi bir moral bozukluğu olarak kalmış aklımda. “Çabuk!” diyordu annem “Çabuk eve!” Bu sefer eve girdiğimde, “doğru banyoya” gönderilmeyecektim. Banyo doluydu. İçerde Oğuz vardı. “N’oldu Oğuz’a?” dedi annem. Banyonun açık kapısından içeri baktım. Islak bir deha vardı karşımda. “Havuza düştü” dedim. Meçli çok telaşlıydı. Sanki havuz suyu oğlunun başarılarını kirletmiş gibi telaşla kuruluyordu Oğuz’u. Ortalıkta bir suç varmış gibiydi. Durup dururken, “kendi düştü” dedim. Hayatı yaşının çok ilersinde yaşayan Oğuz, bir an çocukluğuna geri döndü: “Yalançı, sen ittin!” Dudakları titriyordu. Annem bana bakıyordu. Meç bana bakıyordu. Etkisiz baba, hayatının en etkileyici bakışlarıyla bana bakıyordu. Galiba henüz işten dönmemiş babam bile çok uzaklardan bana bakıyordu. “Ben itmedim!” dedim. Sonuçta bir ikili mücadeleydi, faul sayılmazdı…

Fırat BUDACI / UYKUSUZ, 10 Haziran 2009, sayı–93

…rock'n'roll/salla'n'yuvarlan...

…içten yanmalı motorların müziği… gücün homurtusu ve hızın ıslığı... düz bir yol boyunca ufka doğru rüzgarı hissetmek… üç boyutun algılanması ve mekanın hareket halinde kavranması… duyumların sürekli akan bir geçişi… hiç bir zaman çok derinleşmeden, değişmeler ve tekrarlarla sürüp giden bir akış… bazen taşkın bir neşe, bazen hüzün, ama hep keyif… hızlı, güçlü… sadece bir şeye tahammülü yok: Durmak…

MUHTAR vs VAŞAK

Sivas'ın Suşehri ilçesi Çataloluk beldesi Serpinti mahallesi Muhtarı Hacı Ahmet Tunç, sabah erken saatlerde komşusunun bahçesinde bir canavar olduğu duyumunu aldı. Muhtar Tunç, bahçeye gidip baktığında hiç görmediği bir hayvanla karşılaştığını söyledi ve “Zehirlenmiş olabileceğini düşünerek evden süt getirmelerini söyledim.
Sevmek için yanına yaklaştığımda birden üzerime atladı. Yarım saat boğuştuktan sonra boğazını sıkarak öldürdüm” dedi.
Anadolu bir vaşağını daha kaybetti...

…Ben ne yapıyorum? Amacım ne?? Hayatta önemli olan sey ne??? Kimim???? Kendim için mi yasıyorum yoksa rol mü yapıyorum????? Mutluluk maddi olanla mı mümkün yoksa Tanrıdan baskası yalan mı?????? Bu soruları sordum da sordum… Yıllarca sordum… Soruyorum… Soracagım da… eeeeeeeh!
Sanırım bu manyaklıgı herkes yapıyor. Hayır, sanmıyorum. Eminim. Sorun su ki, son iki senedir bunu çok daha sık yapıyorum ve bu çok sinir bozucu olmaya basladı. Bazen deliriyor muyum ne bok oluyorsa artık : “Tanrım! Yasamaya çalısıyoruz iste!”
Simdiden sulanmıs beynim sürekli, ama sürekli, aynı salak cümleleri tekrarlayıp duruyor: “Hayat ne kadar da garip… Insanlar ne kadar bencil… Ben bi’ geri zekâlıyım!” Bazen, bu dünyada benden daha korkak ve salak baska bi’ canlı olmadıgını düsündüren beynim, bol sulu beynim, hayatta önemli olanın ne oldugunu “simdilik” buldu: Aşk
Aman ne büyük buluş!
Insan yasadıgınca mutluluk ister. Yanlışsam söyle! Küçük-büyük, önemli-önemsiz, alakalı-alakasız, maddi-manevi her boktan mutlu olabiliyoruz. Hayır yanlışsam söyle ya! Ben de böyleyim çünkü ben de en nihayetinde g.tü boklu bi’ insanogluyum. Hatta ben daha da beterim; çogunun mutlu olmadıgı hallerde mutlu olurum, tatsız durumlardan mutluluk çıkarttırırım, yetmez, mutsuzkene bilem baskasının mutluluguna salça olurum. Kısaca, g.tün tekiyim!
Son iki seneye kadar…
Öncesi?
Okul bitti. Seviyordum ve asla zamanında mezun olamazdım. Ama bitti. Izmir cennetinden Konya çölüne gitmek zorunda kaldım. Iki sene anaokulu iki sene de üniversiteli olma çabasını sayalım, toplamda 21 senelik ugrastan sonra cennet ülkemin iki buçuk milyoncuk issiz bos beles güruhuna dahil oldum. Bos-beles yasam tarzı… bırakılacak gibi degil… uyusturucu… neyse… Bi’ sene de, adını anmak istemedigim o memurluk sınavı denen saçmalık için harcadım. Evden yedigim fırçalar… Uşak’ta geçirdigim, geçmek bilmez zamanlar… muhattab olmak zorunda kaldıgım münasebetsizler… bi’ türlü ölmek bilmeyen babaannem… bitmez…
Tamam, kabul, 7/24 mutsuzluk degildi. Güldüm, bazı bazı eglendim, zevk aldım bazı… Tek farkla; mutluluk çok kısaydı, hep kısaydı. Daha da garibi: “Mutsuzlugun sebebi ne?” Neydi arkadas! Evet neydi!? Delirecem ya!
Son iki senedir sordugum sorunun cevabı=hayatta önemli olanın ne oldugu=Aşk
................farketmez...bilmiyorum...boşver!