“Eğer Ağlıyorsam Yaşıyorum Ben…”

Zaten o eylül sıcağında ceketin üzerine gocuk giymişim pişiyorum, sinir içindeyim bir de bu haber beni mahvetmişti. Etrafımdaki herkes ne kadar da rahattı. Çünkü s.kilecek olan bendim. “Sabri” diye bi’ çocuk beni arkadaşlarıyla beraber arıyormuş. Daha 12 yaşındayım lan, boy desen bir elli ha var ha yok. Vücudumla dertlerim var zaten, beden derslerinde sağdan sayarken herkesin aksine ekstradan bi’ adım öne çıkıp yeşil naylon takım eşofmanlı hocamıza bakarak “36 sooon!!!” demem lazım. Asla dalmamalıyım, sayım bende bitiyor. Sürekli diken üzerinde olduğum bi’ görevim var. Ve o gün beden dersi var, ve o gün çok sıcak, ve o gün gocuk giymişim… okula giderken dayanamayıp en sevdiğim tatlı olan kerhane tatlısı alarak diyetimi bozduğum için zaten kendimi suçluyorum. Bir de bu “Sabri” adlı kişi veya kişilerle nasıl göğüs göğse çarpışacaktım ben. “Acaba çantamda hazır olan kadife takım eşofmanımı hemen oracıkta giyip Sabri’yle kavga etsem mi?” diye çok hızlı düşündüm ve bu düşüncemden hemen vazgeçtim. Çünkü spor ayakkabılarımı getirmeyi unutmuştum. Eşofman altı köseleyle Sabri beni görmemeliydi. Yumruklarım belki ona korku verebilirdi ama eşofmanın lastiği ile kösele arasından görünen kırmızı kilotlu çorabım, yumruklarımın verdiği korkuyu acıma duygusuna çevirebilirdi. Dedim ya hemen vazgeçtim bu düşüncemden. Ben savaşçı değil uzlaşmacı bir kişiliğimdir. Durduk yere Sabri ve arkadaşlarıyla savaşmamın da barışmamın da bir gereği yoktu. Halamın oğlunun ismi de Sabri’ydi ve hayatımda bir Sabri daha istemiyordum. İkimizde kendimize ait olan dertlerle ilgilenelim, birbirimizle olan dertlerimizde ise sadece uzlaşalım ve çok fazla coşku olmadan bu uzlaşıyı kutlayıp, yine kendimize dönelim istiyordum. Hepsi bu… Niçin arandığımı sordum, sebebinin önemli olmadığını söyledi dostlarım. Yüzüme anlamsız bi’ gülümseme yapışmış, gözlerim yavaş yavaş dolmuştu. Titreyen göz bebeklerimle bir cevap beklercesine arkadaşlarıma bakıyordum. Neden?? Cevabı “kaç!” olan bi’ soruya “neden?” diye sormakta ısrar etmemem gerektiğini o yaşlarımda bilmiyordum. İyimserler ve kötümserler vardı. “Yok, lan bişey olmaz, korkma.” diyenlerin yüzlerine sevgiyle bakıyor, onlara elimdeki tatlıyı kendi ellerimle yedirmek istiyordum. Kötümserlerle ise göz temasına girmekten kaçındım. Sabri hakkında biraz bilgi toplamaya çalıştım. Babasını falan döven adammış, okul bitince de Salih Narin hocamızı dövecekmiş. Salih Narin’i dövebilen adam bana neler yapmazdı. Etrafımdaki kalabalığı görüp “noolmuş” diye soran birine bir diğerinin “Umut yarrrraaaa yedi” diye cevap verdiğini duydum aniden. Ne kadar çirkin bi’ tabirdi. Titremeye başladım. Yakın arkadaşım Alper Baş, “Oğlum korkma lan! Bakarız bi’ çaresine” diye beni teskin etmeye çalışıyordu ama o deminki çocuklar hala beni gösterip içinde bulunduğum belayı el hareketleriyle betimliyorlardı. Alper Baş, birden beni kendine çekip “oğlum bak bi'şey yaptıysan söyle, yaptın mı lan bi'şey Sabri’ye, doğru söyle” diye daha alçak bi’ ses tonuyla tane tane sordu. Aynı benim gibi 12 yaşındaki Alper bu babacan tavrıyla beni nasıl da yörüngesine almıştı. Ağzından çıkan her söze dikkat ediyordum çünkü Sabri mevzusundan beni kurtarabilecekmiş gibi duruyordu. “Yok abi valla bişey demedim. Tanımıyorum bile Sabri ağabeyi. Kimsenin ecdadına, anasına falan hayatta küfretmem, birinin kız kardeşine filan da bakmam.” diye kendimi savundum durduk yere. “Zaten birinin anasına küfretsen önce ben döverim seni.” diye insan hakları evrensel beyannamesine alınası bi’ cümle kurdu Alper Baş. Hepimiz sessizce başımızla onayladık. Bir anda herkeste bir birlik hissi oluştu. Manevi değerler bir kez daha hepimizi kaynaştırmıştı. Bu birlik hissini hep sürdürmek, sonunda da Sabri’yi ve arkadaşlarını da manevi değerler çevresinde toplayarak dayaktan kaçmayı umuyordum. Sabri’yle aynı potada erimek istiyordum. Gözlerimi kapatıp başımı sallayarak “kimsenin kız kardeşine de bakmam abi” dedim. Fakat pek bi’ katılım olmadı. “Kız kardeşe bakılmaz!” diye yinelemem ise bir sonuç vermedi. “Kaç oğlum sen!” diye sözümü kesti Alper. “Abi hepimiz medeni insanlarız, varsa bi’ sorun konuşalım bence.” diyerek diyalog çabalarımı sürdürdüm. Tamam kaçayım da ne kadar kaçacağım kaç gün, kaç hafta, kaç ay?… Yerim belli yurdum belli, Sabri kafaya koyduysa beni er ya da geç yakalar. Kaçmanın bi’ çözüm olmadığını o yaşımda bile biliyordum. “Oğlum sen kaç!” diyerek itti beni. “Nereye kaçayım lan ders var?” diye çaresizce sordum. “Ne bileyim! Sen tenefüslerde sınıfta pek durma. Git gizlen bi’ yere. Ben Yasin ağabeyle konuşcam. Sabri’nin arkadaşıdır, o halleder” Hiç yüzünü görmediğim halde birden Yasin ağabeyime büyük bir sevgi besledim. Etrafımdaki kalabalıkla birlikte okula girmek için sıraya girdik. Aslında ruh halime iyi gelmişti bu Sabri belasına bulaşmam. İnsanlar çevremden hiç ayrılmıyordu. Çünkü artık sıradan, basit bi’ insan değildim. Bir mevzusu olan, birileriyle sorunları olan bi’ adamdım. En azından birileri tarafından aranıyordum, herkes gibi değildim. Suça yakın olmamın gizli çekiciliği bütün herkesi sarmıştı bir anda. Herkes bana çok yakın duruyordu. Sırada beklerken, sessizce geçmiş olsun diyenler, normalde hiç vermediği halde selam verenler bile oluyordu. Ben de doğal olarak havaya girmiştim. Elimdeki tatlıyı yemeyi bırakıp “Kaçmıyorum ki abi, ne kaçıcam, varsa sorun gelsin çözelim. Alttan alırım ama kimse de unutmasın ki Sarıyer’in piskopatı meşhurdur. Var bizim de tanıdıklarımız…” diye açıklamalar yapıyordum. Dediklerime ben bile inanmıyordum. İlk iki ders blok olduğu için çok mutluydum ama sonra tenefüs başlayacaktı. Tenefüste nereye kaçacağımı bilmiyordum. Bi’ yerde gizlenip Yasin abinin devreye girmesini bekleyecektim. Tek planım buydu. Her zamankinin aksine ortalara değil en arka sıralardan birine oturdum. Daha doğrusu arkadaşlarım tarafından oturtuldum. Askıdaki montların arasından kafalarımızı çıkararak ne yapabileceğimizi bütün ders boyunca konuştuk. Ben burada can derdindeyken diğer arka sırada pervasızca 31 çeken arkadaşım Akif bi’ ara belli belirsiz gözüme takıldı. Alper benle beraber zil çalınca fırlayıp Yasin’lerin sınıfına gidecek ve durumu anlatacaktı, ben ise tuvalette gizlenecektim. Yani ders boyunca planımızı hiç geliştirememiştik, plan aynıydı. Sonunda zil çaldı. Alper’le beraber hemen fırladık. Hocamız bakınca önlerimizi ilikleyerek yavaşladık, biraz ön ilikli yürüdük, sonra tekrar koştuk. Merdivenlerde ayrıldık… Hemen daldım tuvalete. Kabinlerden birine girdim. Biri çok kötü sıçmıştı. Kabinden kendimi atmak istedim ama tuvalet bi’ anda öğrencilerle dolmuştu. Sabri veya arkadaşlarından biri orada olabilirdi. Sifonu çektim gitmedi. Kayalıklara uzanmış denizaslanı gibi bi'şeydi, kayadan süzülen dalgalar ince bi’ iz bırakarak yanından akıp gidiyordu. Hiç tanımadığım iki insan olan Yasin ve Sabri’nin benim için konuşmasını, başkasının bokunun yanında bekliyordum. Yasin’le de Sabri’yle de Bok’la da daha bu sabaha kadar hiçbir ilgim yoktu ama üçü de durduk yere hayatımın merkezine oturmuştu. Sifonun dolmasını bekleyip bi’ daha çekerek, gizlendiğim yeri daha yaşanılır kılmalıydım. O sırada dışarıdan bir bağırtı geldi. “Salih Narin geliyo laaan!” dedi biri. Bir iki kişiyi sigara içerken yakalamıştı. Kabinlerin kapılarına vurarak çıkmamızı söyledi. Ben öksürdüm ama tekrar daha sert vurdu. Ortaokul öğrencisinden beklenmeyecek büyüklükte bir kabahat ve beni yan yana görünce büyük bir tiksintiyle baktı bize Salih Hoca. Sifon ise durmaksızın öterek gergin ortamı daha da geriyordu. Sırtıma vurmaya bile tenezzül etmeden, gözlerini kapayarak, elini “sktir git bu tuvaletten, mikrop seni” manasında havada savurdu. Koşarak çıktım tuvaletten. Zil çoktan çalmış meğerse. Boş koridorlarda güvenle koşarak sınıfa gittim. Beden dersi için erkekler sınıfta giyiniyordu, kızlar ise spor odasında. Olağan beden soyunması coşumu yaşanıyordu. Futbol tezahüratı yapanlar, kendine güvenip donla ortalıkta gezip, rahat hareket sergileyenler ve en kuytu köşelerde hızlıca soyunup giyinenler vardı. Kendime güvenmediğimden değil de başka bi’ sıkıntım olduğundan ben de hızlıca soyunup, kadife eşofman takımımı giydim. Zorunlu olan okul formasını henüz alamamıştım. Hocamız “ama okul formasını mutlaka alın” diyerek bir müddetliğine izin vermişti biz birkaç farklı eşofmanlıya. Hoca zaten inceden kıldı biz farklı eşofmanlılara, bi’ de spor ayakkabımı getirmemiştim. Kesin çok kızacaktı. “35 soooon!” diye bağırdım, bi’ arkadaşımız hastaydı, sınıfta sınıf nöbetçisiyle çantaları bekliyordu. Hocamız ayaklarıma dikkatle baktı. “Nerde lan senin ayakkabıların!” diye bağırdı, daha cevabımı dinlemeden “Çık yukarı! Sınıfta bekle sen de. Derste spor ayakkabısız öğrenci görmeyeceğim bundan sonra!” diye bağırdı. Turnikeye çıkmış beceriksiz kızları izlemektense sınıfa çıkmayı normalde çok isterdim ama bugün sınıfa çıkmamalıydım. Salih kötü şeyler çeviren biri olduğu için boş sınıflara gelebilirdi. Okullarda boş sınıflar suçun merkeziydi. Sınıf nöbetçisi zaten beni sevmeyen bi’ çocuktu, öbürü ise hasta. Kim beni o boş sınıfta Salih’ten koruyacaktı? Yasin işi ne olmuştu acaba, Alper’e hiç sormamıştım. Beden hocasının sevdiği çocuklardan biri hocanın talimatı ile numaramı aldı, sınıfa çıktım. Hasta arkadaşımız, gerçekten hastaydı. Çıkarılmış kumaş pantolonların, gömleklerin, ceketlerin arasında ateşler içinde yatıyordu. Sınıf nöbetçisi ise öğretmen sandalyesini camın kenarına çekmiş fotospor okuyordu. Beni görünce bi’ baktı, sonra gazetesine geri döndü. Sıranın birine oturdum, gözümü kapıya diktim. Üçümüz de kendi derdimizdeydik. Biri sıkılıyor, biri korkuyor, biri ateşler içinde yanıyordu. Boş sınıfın sessizliğini nöbetçi bozdu. “Yasin senin için konuşmuş lan. O çocuk benim himayem altında demiş Yasin. Sabri’nin de sana karşı siniri geçmiş zaten.” diye sanki çok sıradan bi’ olaymış gibi verdi bana bu sevinçli haberi. O an o kadar sevindim ki çift davullar çalsın, sevenler kavuşsun, dargınlar barışsın istedim. Adalet yerini bulmuştu. Ben kimsenin anasına bacısına küfretmeyen, kimsenin karısına kızına bakmayan bi’ insandım ve hiç tanımadığım birinin himayesine girdiğim için çok sevindim. Sabah ortada Sabri mevzusu yokken yediğim kerhane tatlısı bile bu kadar mutluluk vermemişti bana. Himaye altına alınmanın sevinciyle, hasta olan sınıf arkadaşıma, “iyi olacaksın, dayan, iyi olacaksın!” diye sıkı sıkı sarıldım. Sonra nöbetçiden fotosporu isteyip, lig fikstürüne şöyle bi’ göz attım. Hikayeyi bilmeyenler için bir daha anlatayım. Alman filozof Firederik Niçe bir gün sahibi tarafından acımasızca kamçılanan bir at görür. Gördüğü acımasızlık karşısında dayanamayan Niçe gidip atın boynuna sarılarak hüngür hüngür ağlar. Ben bu hikâyeyi ilk duyduğumda “demek ki içli adammış” diyerek çok takdir etmiştim ünlü Alman filozofu. Ama artık öyle düşünmüyorum. Niçe ağladı ve geçip gitti. Başkaları adına ağlıyor olmanın kıvancını yaşayıp bi’ de üstüne bütün takdirleri topladı. Peki, At ne yapsın .mına koyiim! Niçe’yi öveceğiz diye atı unuttuk. Olan At’a oldu.

Umut SARIKAYA / UYKUSUZ, 24 Eylül 2009, sayı-39