f.ck KPSS!!

EK YERİ YOK! YEKPARE! TEK CÜMLE!!

"(Hazine Müsteşarlığı 20.12.1994 tarihinde 22147 sayılı kanunla kurulmuştur.) Bu kanunun amacı; ekonomi politikalarının tespitine yardımcı olmak ve bu politikalar çerçevesinde hazine işlemleri, kamu finansmanı, kamu iktisadi teşebbüsleri ve devlet iştirakleri, ikili ve çok taraflı dış ekonomik ilişkiler, uluslar arası ve bölgesel ekonomik ve mali kuruluşlarla ilişkiler, yabancı ülke ve kuruluşlardan borç ve hibe alınması ve verilmesi, ülkenin finansman politikaları çerçevesinde sermaye akımlarına ilişkin düzenleme ve işlemlerin yapılması, bankacılık ve sermaye piyasası, yurt dışı müteahhitlik hizmetleri, sigorta sektörü ve kambiyo rejimine ilişkin faaliyetler ile yatırım ve yatırım teşvik faaliyetlerini düzenlemek, uygulamak, uygulamanın izlenmesi ve geliştirilmesine ilişkin esasları tespit etmek amacıyla Hazine Müsteşarlığının dış ticaret politikalarının tespitine yardımcı olmak, tespit edilen bu politikalar çerçevesinde ihracat, ihracatı teşvik, ithalat, yurt dışı müteahhitlik hizmetleri ve ikili ve çok taraflı ticari ve ekonomik ilişkileri düzenlemek, uygulamak, uygulamanın izlenmesi geliştirilmesini teminen Dış Ticaret Müsteşarlığının, kurulmalarına ve teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin esasları düzenlemektir."

haa! Unutmadan: Bir ölçüm dizisinin standart sapması, ortalamadan olan farkların karesinin ortalamasının kareköküne eşittir.
Gazi de, İsmet Paşa da demişlerdi ki…

“Eğer Türkiye Cumhuriyeti, İstiklal Harbi’nin gerekçelerine ve “İstiklal-i Tam”ın ana prensiplerine sadık kalacaksa;
1.Maarifi (Eğitim ve Öğretimi),
2.Müdafaası (Savunması yani Silahlı Kuvvetleri),
3.
İktisadı (yani kalkınma felsefesi, ekonomisi),
mutlaka -ama mutlaka- “Milli” (Ulusal) olmalıdır.”


Oysa Cumhuriyetten Demokrasiye intikal, nasıl bir manada Kemalizm’den Tanzimatçılığa dönüş olmuşsa; bir başka manada “milli”den“kozmopolit”e; “ulusallaşmak”tan“kültürsüzleşme”ye dönüş olmuştur: Savunması NATO, eğitim ve öğretimi AB/ABD, ekonomisi IMF ve Dünya Bankası olan bir ülkeye, “ulusal” denilebilir mi?

SÖYLEŞİ/Attila İLHAN
30 Ağustos 2004, Cumhuriyet
…Amacım, kimseyi üzüp hayatından bezdirmek değil. Ben sadece “hayatında ne yapmak istiyorsun?” sorusuna kesin bi’ cevabı olmayan biriyim. Olsa da nasıl bişey olurdu kesinlikle bilmiyorum.

Hayatımı harcadığımı söylüyorlar, ama hayat zaten insanın elinde tuttuğu bişey değil ki harcasın.

Sorumsuz ve umursamaz yanlış kelimeler. Ben sadece her şeyi akışına bırakmış bezginin tekiyim.

Mezarıma kadar olan hayatımı ezbere bilmektense, bi’ sonraki dakika ne olacağını kestirememek hayatı daha yaşanılır kılıyor.

Çünkü daha kendimi bile bulamamışken, nasıl bi’ hayat yaşayacağımı bulmak hiç de mantıklı değil.

HİÇLİK

Düşünmeyi durdurmaktan daha haz verici ne vardır?
Şu veya bu şekilde önemli veya yararlı sayılan düşünce akışını kesmek. Düşünmekten uzaklaşmak!
Sanki ölü hale gelmişsin de tekrar canlanmışsın gibi…
Boşlukta olmak. Ulvi başlangıçlara dönmek.
Artık hiçbir şey düşünmeyen bir kişiden başka bir şey olmamak.
Bir hiç olmak.
İşte asil bir tutku.

Karıncalar,
Bernard WERBER

Dış Politika mı? O da Ne??

"Efendiler, büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Efendiler: Büyük ve hayali şeyler yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik. Biz Panislamizm yapmadık. Belki (yapıyoruz, yapacağız) dedik. Düşmanlar da yaptırmamak için bir an evvel öldürelim dediler. Panturanizm yapmadık (yaparız, yapıyoruz dedik, yapacağız dedik) ve yine (öldürelim) dediler. Bütün dava bundan ibarettir. Efendiler, bütün cihana havf (korku) ve telaş veren mefhum bundan ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın adedini ve üzerimize olan tazyikatı tezyid etmekten (arttırmaktan) ise haddi tabiiye, hadd-i meşrua rücu edelim. Haddimizi bilelim. Binaenaleyh Efendiler, biz hayat ve istiklal isteyen milletiz ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı ibzal (esirgemeden bol harcama) ederiz."

Atatürk’ün milli dış siyasetinin unsurları şöyle sıralanabilir:

-Her şeyden önce milli gücümüze dayanmak.
-Milli sınırlarımız içinde kalmak.
-Gerçekleştiremeyeceğimiz emeller peşinde koşmamak.
-Milletlerarası ilişkilerde eşitliğe dayanan ittifaklar kurmak.
-Dış politikayı yürütürken iç teşkilata dayanmak.
-Diğer devletlerin yönetim sistemlerinden etkilenmemek.
-Dış politikada bilim ve teknolojiyi yol gösterici olarak kullanmak.

Hayalci ve maceracı davranışlardan çile çeken Türk Milletinin ızdıraplarını çok iyi kavrayan Mustafa Kemal ATATÜRK, gerçekçi bir dış politika uygulamanın, millet yararına olduğu inancında idi.
Atam izindeyiz... heee! izindeyiz izindeyiz... hep izindeyiz...
Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.
Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır.
Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca,
Kürsî-i liyakat pezevenk, puşt olanındır!

 Ekrem Bey
Noter memuru Ekrem Bey oldukça asık suratlı biriydi. Kimseye selam vermezdi, bir kere güldüğünü görmedik, kendisine soru sorulmadığı sürece cevap vermezdi. Sadece işini yapardı, yalnız yaşadığı ve hiç evlenmediği söyleniyordu. Söyleniyordu diyorum çünkü kimseyi evine davet etmemişti. Bir kere olsun bir akrabası, tanıdığı, arkadaşı ziyaretine gelmemişti. Yüzünde adeta birer yara gibi duran ve nefretle bakan iki küçük gözü, dudaklarını kapatmayan kenarı sarı ince bir bıyığı, sık sık diliyle ıslattığı ama sürekli kuru, kuru olduğu için de yaralı dudakları, sağlıksız dişleri ve özenle taranmış seyrek sarı-gri saçları vardı. İnsanlara tiksinerek bakıyor gibiydi. Ne konuşursa konuşsun küfür gibi dökülüyordu dudaklarından. Hoş, dedim ya pek konuşmazdı kendisi. “Evrakları ver” , “mühür eksik” , “şuraya imza atın” , “fotokopi olmaz, aslı gerekli” söyledikleri sadece bunlardan ibaretti. Bir gün işe geç kaldığı, mazeret gösterip gelmediği yoktu. Bu düzeni insanın sinirine dokunuyordu. Öğle aralarında ise çalışma arkadaşları ile birlikte yemek yemez, çay içmezdi. Kıyafetine gelince, kıyafeti adeta onun bir organı gibiydi; üzerindeki ceketin, kravatın, gömleğin, ayakkabının bir kere değiştiğini görmedim. Tıpkı dudaklarında sürekli yanan sigara gibi. Sigarası yanmasına karşın bana hep aynı uzunlukta gibi gelirdi, hiç bitmiyormuş gibiydi. Sanki dondurulmuş gibiydi Ekrem Bey.

Ekrem Bey’i görene kadar nasıl da gamsız bir adamdım.

…O gün cumaydı. İşlerim pazartesiye kalmıştı. Gece eve geldim. İç sıkıntım hala geçmemişti. Ekrem ne yapıyordu acaba şimdi? Kesin çok kötü çeken bir radyosu vardır. Fasıl dinlerken belki bir kadeh rakı içiyordur. Çiçekleriyle konuşuyordur yalnızlıktan. Eski karısının resmine bakıp hüzünleniyordur, ya da evlenmemiş olabilir. Ama sevmiştir bir kadını, ondan başkasına da el sürmemiştir bir daha. Öyle ya insan sevmeden yapamaz ki. Onu düşünüyordur kesin. Hayvan sevecek adam değil bu herif. Belki en fazla bir kanaryası vardır. “Seni de kafese kapattık ha” diye konuşuyordur kuşuyla, kafesteki kuşa benzetiyordur hayatını. Ya da aynalarla kavga ediyordur. Kızıyordur kendine hiçbir şeyi sevemediği için. Ölüp gidecek Ekrem, kimse kaldırmayacak cenazesini. Bir kişi iyi anmayacak onu, bir anı anlatılmayacak arkasından. Şu dünyadan bir iz, bir tebessüm bırakmadan çekip gidecek. Ekrem’e acıyorum ama ben farklı mıyım? Daha beterim be, daha beterim! Ben de yalnız geldim yalnız gidicem. Fakat Ekrem gibi onurlu da gitmem. Bir gün daha yaşayayım diye sauna eşofmanlarla koşa koşa, sağlıklı besine, bitki çaylarına dadana dadana, haplarımın saatlerine dikkat ede ede bir zavallı gibi giderim bu hayattan. Onun yaşında olsam bırak sigarayı ağzından düşürmemeyi, elektronik sigaranın abonesi olurum. Öyle çekerim ki nikotin kokulu su buharını içime sigaranın ampulü patlar. O yaşta öyle sıkıcı yerde çalışmak mı, o takım elbiseleri giymek mi? 78 yaşında “daha gencim lan ben” diyerek ayağımda konverslerle ölücem. Ebemi s.ktin Ekrem, hüzne gark ettin beni gece gece. Nerden girdin hayatıma Ekrem? Bu onurunu koruyarak ölüme yürümek de ne böyle, neyin hesabını soruyorsun bizden, varlığınla küfür ediyorsun bize, aşağılık hayatımızı yüzümüze vurarak neyin intikamını alıyorsun? Verdiğin mesajı niye ben alıyorum bir tek?

Pazartesi belgelerimi tamamlayıp notere gittim. Ekrem Bey yine aynıydı. Belgelerimi tamamlarken “hafta sonu ne yaptınız Ekrem Bey” diye sordum. Şaşırmadı, bir kere bakıp “sizi ilgilendirmez” dedi. İmzalıycam yerleri gösterirken, “hükümet hakkında neler düşünüyorsunuz” dedim. “Laubalilikten hoşlanmam” dedi. İmzalarken “sululuk yaptığımı sanmıyorum, sadece bir konuda fikrinizi sordum” diye söylendim. “Şunları imzalatın noter beye sonra getirin” dedi. Dediğini yaptım. “Karınızı özlüyor musunuz?” dedim belgeleri verirken. Sinirlendi. “İşleminiz tamam, gidebilirsiniz” dedi. Belgeleri alıp çıktım.

Ekrem Bey ben gidince çayının altına yine o kestiği kurulama kâğıtlarından koydu ve elini mendiline sildi. Öğle yemeğine yine tek çıktı. Mor benli suratı olan çocuk yine dosyalar getirdi, boyunluklu kadın yine konuşmaya devam etti, yazıcının cızırtısı hiç susmadı, ıstampalar da öyle… 27 yıldır kurduğu cümleleri yine kurdu. “Mühür eksik” , “şuraya imza atın” , “fotokopi olmaz, aslı gerekli”… Akşam beş olunca yine her zamanki gibi herkes çıktıktan sonra masasını sildi. Yarın yapılacak işleri dosyaladı. Yeşil kutu içindeki turuncu süngerine bir parmak su döktü. Ceketini giyip, çantasını alarak binanın kapısını kilitledi.

Bahçede arkasından seslendim. Dönüp şaşırmadan suratıma baktı. “Gözlerime bakın Ekrem Bey. Çıktığımdan beri ağlıyorum. Kan çanağı oldular!” diye haykırdım. “Delirmişsiniz siz!” diye dişlerini sıkıp, arkasını döndü, gitmeye yeltendi. Kolundan tutup, “benimle konuşmak zorundasınız” diye geri çektim. “Sakın bana bir daha dokunma” diyerek parmağını salladı. “Nasıl bu kadar kendini yüksekte görüyorsun? Ne istiyorsun insanlardan?” diye bağrındım arkasından. Hızlı hızlı yürüyerek “kimseden bir şey istemiyorum, bırak peşimi!” diye bağırdı. Sinirlenmesi hoşuma gitmişti ama daha fazlasını istiyordum. “Bırakmazsam ne yaparsın….. Döver misin? Bir tepki ver be adam. Kimse yaşamdan böyle sessizce, hiçbir şeye karışmadan gidecek lükse sahip değildir” diyerek tekrar kolundan geriye çektim. Çantasını kucaklayıp elimden kurtulmaya çalıştı. Yere düştüm. Pantolonundan kendime doğru çekip gitmesini engellerken sıyrıldı pantolonu. Sarı, dapdar, üstünde Sünger Bob resmi olan kilotunu gördüğüm anda, “or.spu çocuğuuuuu!” diye bağırarak tekmeler savurdum. G.tünü toplayarak, koşa koşa kaçmasını ağlayarak oturduğum yerden izledim. Gözden kayboldu.


Umut SARIKAYA / UYKUSUZ, 30 Ocak 2008, sayı–22

NE'YMİŞ??

“Laiklik, din ve vicdan özgürlüğü değildir. Laiklik, tüm özgürlüklerin, bu bağlamda din ve vicdan özgürlüğünün de güvencesidir. Laiklik, dinin devlet işlerine, politikaya ve toplumsal yaşama kesinlikle karıştırılamayacağı; devletin sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal temel düzeninin kısmen de olsa din kurallarına dayandırılamayacağı düzenin adıdır.”