Ekrem Bey
Noter memuru Ekrem Bey oldukça asık suratlı biriydi. Kimseye selam vermezdi, bir kere güldüğünü görmedik, kendisine soru sorulmadığı sürece cevap vermezdi. Sadece işini yapardı, yalnız yaşadığı ve hiç evlenmediği söyleniyordu. Söyleniyordu diyorum çünkü kimseyi evine davet etmemişti. Bir kere olsun bir akrabası, tanıdığı, arkadaşı ziyaretine gelmemişti. Yüzünde adeta birer yara gibi duran ve nefretle bakan iki küçük gözü, dudaklarını kapatmayan kenarı sarı ince bir bıyığı, sık sık diliyle ıslattığı ama sürekli kuru, kuru olduğu için de yaralı dudakları, sağlıksız dişleri ve özenle taranmış seyrek sarı-gri saçları vardı. İnsanlara tiksinerek bakıyor gibiydi. Ne konuşursa konuşsun küfür gibi dökülüyordu dudaklarından. Hoş, dedim ya pek konuşmazdı kendisi. “Evrakları ver” , “mühür eksik” , “şuraya imza atın” , “fotokopi olmaz, aslı gerekli” söyledikleri sadece bunlardan ibaretti. Bir gün işe geç kaldığı, mazeret gösterip gelmediği yoktu. Bu düzeni insanın sinirine dokunuyordu. Öğle aralarında ise çalışma arkadaşları ile birlikte yemek yemez, çay içmezdi. Kıyafetine gelince, kıyafeti adeta onun bir organı gibiydi; üzerindeki ceketin, kravatın, gömleğin, ayakkabının bir kere değiştiğini görmedim. Tıpkı dudaklarında sürekli yanan sigara gibi. Sigarası yanmasına karşın bana hep aynı uzunlukta gibi gelirdi, hiç bitmiyormuş gibiydi. Sanki dondurulmuş gibiydi Ekrem Bey.

Ekrem Bey’i görene kadar nasıl da gamsız bir adamdım.

…O gün cumaydı. İşlerim pazartesiye kalmıştı. Gece eve geldim. İç sıkıntım hala geçmemişti. Ekrem ne yapıyordu acaba şimdi? Kesin çok kötü çeken bir radyosu vardır. Fasıl dinlerken belki bir kadeh rakı içiyordur. Çiçekleriyle konuşuyordur yalnızlıktan. Eski karısının resmine bakıp hüzünleniyordur, ya da evlenmemiş olabilir. Ama sevmiştir bir kadını, ondan başkasına da el sürmemiştir bir daha. Öyle ya insan sevmeden yapamaz ki. Onu düşünüyordur kesin. Hayvan sevecek adam değil bu herif. Belki en fazla bir kanaryası vardır. “Seni de kafese kapattık ha” diye konuşuyordur kuşuyla, kafesteki kuşa benzetiyordur hayatını. Ya da aynalarla kavga ediyordur. Kızıyordur kendine hiçbir şeyi sevemediği için. Ölüp gidecek Ekrem, kimse kaldırmayacak cenazesini. Bir kişi iyi anmayacak onu, bir anı anlatılmayacak arkasından. Şu dünyadan bir iz, bir tebessüm bırakmadan çekip gidecek. Ekrem’e acıyorum ama ben farklı mıyım? Daha beterim be, daha beterim! Ben de yalnız geldim yalnız gidicem. Fakat Ekrem gibi onurlu da gitmem. Bir gün daha yaşayayım diye sauna eşofmanlarla koşa koşa, sağlıklı besine, bitki çaylarına dadana dadana, haplarımın saatlerine dikkat ede ede bir zavallı gibi giderim bu hayattan. Onun yaşında olsam bırak sigarayı ağzından düşürmemeyi, elektronik sigaranın abonesi olurum. Öyle çekerim ki nikotin kokulu su buharını içime sigaranın ampulü patlar. O yaşta öyle sıkıcı yerde çalışmak mı, o takım elbiseleri giymek mi? 78 yaşında “daha gencim lan ben” diyerek ayağımda konverslerle ölücem. Ebemi s.ktin Ekrem, hüzne gark ettin beni gece gece. Nerden girdin hayatıma Ekrem? Bu onurunu koruyarak ölüme yürümek de ne böyle, neyin hesabını soruyorsun bizden, varlığınla küfür ediyorsun bize, aşağılık hayatımızı yüzümüze vurarak neyin intikamını alıyorsun? Verdiğin mesajı niye ben alıyorum bir tek?

Pazartesi belgelerimi tamamlayıp notere gittim. Ekrem Bey yine aynıydı. Belgelerimi tamamlarken “hafta sonu ne yaptınız Ekrem Bey” diye sordum. Şaşırmadı, bir kere bakıp “sizi ilgilendirmez” dedi. İmzalıycam yerleri gösterirken, “hükümet hakkında neler düşünüyorsunuz” dedim. “Laubalilikten hoşlanmam” dedi. İmzalarken “sululuk yaptığımı sanmıyorum, sadece bir konuda fikrinizi sordum” diye söylendim. “Şunları imzalatın noter beye sonra getirin” dedi. Dediğini yaptım. “Karınızı özlüyor musunuz?” dedim belgeleri verirken. Sinirlendi. “İşleminiz tamam, gidebilirsiniz” dedi. Belgeleri alıp çıktım.

Ekrem Bey ben gidince çayının altına yine o kestiği kurulama kâğıtlarından koydu ve elini mendiline sildi. Öğle yemeğine yine tek çıktı. Mor benli suratı olan çocuk yine dosyalar getirdi, boyunluklu kadın yine konuşmaya devam etti, yazıcının cızırtısı hiç susmadı, ıstampalar da öyle… 27 yıldır kurduğu cümleleri yine kurdu. “Mühür eksik” , “şuraya imza atın” , “fotokopi olmaz, aslı gerekli”… Akşam beş olunca yine her zamanki gibi herkes çıktıktan sonra masasını sildi. Yarın yapılacak işleri dosyaladı. Yeşil kutu içindeki turuncu süngerine bir parmak su döktü. Ceketini giyip, çantasını alarak binanın kapısını kilitledi.

Bahçede arkasından seslendim. Dönüp şaşırmadan suratıma baktı. “Gözlerime bakın Ekrem Bey. Çıktığımdan beri ağlıyorum. Kan çanağı oldular!” diye haykırdım. “Delirmişsiniz siz!” diye dişlerini sıkıp, arkasını döndü, gitmeye yeltendi. Kolundan tutup, “benimle konuşmak zorundasınız” diye geri çektim. “Sakın bana bir daha dokunma” diyerek parmağını salladı. “Nasıl bu kadar kendini yüksekte görüyorsun? Ne istiyorsun insanlardan?” diye bağrındım arkasından. Hızlı hızlı yürüyerek “kimseden bir şey istemiyorum, bırak peşimi!” diye bağırdı. Sinirlenmesi hoşuma gitmişti ama daha fazlasını istiyordum. “Bırakmazsam ne yaparsın….. Döver misin? Bir tepki ver be adam. Kimse yaşamdan böyle sessizce, hiçbir şeye karışmadan gidecek lükse sahip değildir” diyerek tekrar kolundan geriye çektim. Çantasını kucaklayıp elimden kurtulmaya çalıştı. Yere düştüm. Pantolonundan kendime doğru çekip gitmesini engellerken sıyrıldı pantolonu. Sarı, dapdar, üstünde Sünger Bob resmi olan kilotunu gördüğüm anda, “or.spu çocuğuuuuu!” diye bağırarak tekmeler savurdum. G.tünü toplayarak, koşa koşa kaçmasını ağlayarak oturduğum yerden izledim. Gözden kayboldu.


Umut SARIKAYA / UYKUSUZ, 30 Ocak 2008, sayı–22