“Hiç olmazsa bir süre daha, cehaletin, geriliğin ve yoksulluğun üzerine birlikte yürüseydik, daha iyi olmaz mıydı? Birbirimizle çatışırsak bundan kimlerin yararlanacağını kolayca bilebilirsiniz. Çok partili, özgür, ileri bir siyasî hayat Cumhuriyetin gayesidir. Siyasî denetim devletin sağlıklı işlemesini sağlar. Sofya’da ataşemiliterken Bulgar parlamentosundaki tartışmaları imrenerek izlerdim.
Ama halkın çok büyük çoğunluğu okur-yazar değilse, demokrasi fikri, ruhu, bireylere kadar inmemiş, toplum hayatına sinmemişse, aşiretler, kabileler, tarikatlar, başlarındakilerin emrine göre hareket ediyorlarsa, çok-partili hayat, ne gerçek bir çok partili hayat oluyor, ne de seçim gerçek seçim oluyor. İktidar yarışması çok çabuk kavgaya, komitacılığa ya da dini kullanarak oy kazanma mücadelesine, hurafelerle, yalanlarla, iftiralarla, halkı kandırmaya dönüşüyor. Yakın tarihimiz bunun acı, uyarıcı, ihmal edilmez örnekleriyle dolu. Millî Mücadele başındaki isyanları unutmayınız.”
GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

“Türlü yollarla, en çok da dini kullanarak halkın bir bölümünü, vatanı kurtarmak için çırpınan orduya karşı harekete geçirebildiler. Bunu unutmuyoruz. Onun için çok dikkatli olmalıyız. Kimse bağnazlığın, yobazlığın sırtını sıvazlamasın. Buna izi vermeyin. Uygarlık hoşgörü demektir. Halkımıza bunu anlatmayı elbirliği ile başarmalıyız.”

eğer ölmekten korkuyorsan ve hayata sarılıyorsan,
     hayatını almaya çalışan şeytanları görürsün.
                                                                    ama kendinle barışırsan,
                    o zaman şeytanlar gerçek bir melek olup seni bu dünyadan kurtarırlar.
İÇKİYE BENZER BİR ŞEY

                      İçkiye benzer bir şey var bu havalarda
             Kötü ediyor insanı, kötü...
Hele bir de hasretlik oldu mu serde;
    Sevdiğin başka yerde,
Sen başka yerde;
Dertli ediyor insanı, dertli.
                                           İçkiye benzer bir şey var bu havalarda
Sarhoş ediyor insanı, sarhoş.
  
ORHAN VELİ
Yalnız kalmamak için bi’ köpek alırız, çevremizi güllerle bezeriz ya da tanrıya taparız. Yalnız kalmamak için korkunç hikayelere inanırız, anılardan zevk alırız, bir gölge ya da herhangi bi’şey işimizi görür. Yalnız kalmamak için baharı olduğunca uzatırız ve bittiğinde bir sonrakini beklemeye başlarız… Ben, yalnız kalmamak için seni seviyor ve bekliyorum. Bu benim yalnız olmadığıma inanmamı sağlıyor.

Seni seviyorum! Nasıl olduğunu bilmeden ya da ne zaman ve nereden… Seni dosdoğru seviyorum, karışıklıklar ve kibir olmadan. Öyle yakınsın ki, göğsümdeki ellerin benim ellerim. Öyle yakınsın ki, gözlerini kapadığında uykuya dalıyorum.
...ben bir barda masasında oturmaktadır. bayağı dertlidir. sevdiği kıza aşkını itiraf edememiştir yine. sürekli onu takip etmektedir ama yine itiraf edememiştir. derken şık giyimli, dikkat çekici, kirli sakallı ve cesur alter egosu gelir. ve aşağıda okuyacağınız şekilde olaylar gelişir gelişir gelişir............

-"merhaba sahip."
-"oo.alter sen misin? geç otur şöyle yanıma."
alter sakin bir şekilde sahibinin karşısına oturur. bir süre susarlar. ve daha önce de üzerinde tartıştıkları konu hakkında konuşmaya başlar alter. biraz sinirlidir.
-"yani dostum, ilahi sana. hem kederden ölüyorsun, hem gidip söylenmesi gerekenleri söylemiyorsun şu insankızına."
ben gülümser.yorgun bir gülümsemedir bu.
"-ama alter. inan hatunda boş değil bana karşı bunu hissediyorum."
"-yine de küçük umut parçacıkları seziyorum sende. eh öyle olmalı tabi.. birşeyler kesinleşmeden bitmez ya da çoğalmaz zaten."
ben bu sözlere herhangi bir karşılık veremez. sadece önündeki birasını yudumlamakla meşgul olur. alter konuşmaya devam eder.
"-bana göre dostum, hayat, modern çağın en büyük trajedisi, bu acımasız çark,vesaire senin düşündüğün kadar düşünmüyor seni. senin yaptığın nedir peki. onu da şöyle açıklıyor franz kafka:'bunları düşünmek boşuna ,neye benzer bunları düşünmek bilir misiniz?cehennemdeki kazanı tek başına devirmek istemeye... zaten tek başınıza deviremezsiniz kazanı. devirseniz bile yanarsınız. üstelik cehennem gene bütün görkemiyle cehennem olmakta sürer gider."
"-çok derin adamsın alter. sana ayak uyduramam ben. söylediklerin anlamlı şeyler ama yaramı dindirmiyor."
"-biraz asıl be hayata sahip. salmışsın kendini. keşke direksiyonu bana bıraksa yukardaki organizatör ama kuralları ihlal etmiyor hiç."
-"altercim derin düşün diyorsun. ama bu hayatın anasını satiym ben. hayat freni bozuk bir araba gibi rotasında çılgınca ilerleyen. beni durdurmasa mesela soruyorum sana n'olacak sanıyorsun? alt tarafı kaçınılmaz sonu hızlandırmış olursun bence. ve gene bence o freni bozuk araba gider toslar bir yere değil mi?"
"-haa ne olur bilemem, belki toslayana kadarki o kısacık zamanda mutlu olursun kimbilir. ama bana öyle geliyorki mutlu olsanda tadına doyamazsın sen."
"-öyle diyorsunda... tekila mı cin mi anasını satiym."
"-tekila derdim ama içmiyorum artık. bırak sende."
"-içki kötülüklerin anasıdır. ha ha ha.. senin kafka özdeyişine ancak böyle sıradan ve anonim bir karşılık verebilirim ben."
"-sahip ya. çok üzüyorsun beni. iş yok, güç yok. içiyorsun. bi de aşıksın. başın belada."
"-altercim üzülme benim için sen. takıl kafana göre. ama uçurum yaratma reel dünyayla aramda. senin yüzünden hastaneye yatıracak valide beni."
"-eskiden böyle miydi be sahip. hatırlar mısın seninle okul yıllarında tenis oynardık. sen vururdun ben karşılardım. ben vururdum sen karşılardın."
"-ya yorulan hep ben olurdum. sen sanki oynamamış gibi dinç olurdun. hep de kazanırdın. güzel günlerdi ama hepsi geride kaldı altercim."
"-öyle deme be sahip. bak yine beraberiz."
"-oğlum çok kederliyim geberecem kederden. of ulennn!"
"-bu tür ilkel tepkileri hiç yakıştıramıyorum sana. topla kendini."
"-altercim. hayat tatsız şakalar yapmakta. çoğu zaman parasızım. malum annede de yok bu sıralar. bunalıma itiyor herşey beni. arada bir şehre iniyorum sevdiğim kızı takip ediyorum. bir şeyler içiyorum. yine rasyonel rasyonel konuşup evinde yok mu içecek şeyler diyeceksin biliyorum. evet var. ama ne yapayım sosyal hayattan kopmayalım diye şehir turu yapıyorum biraz."
"-iyi yapıyorsun. sahi sana verdiğim porno cd'ler senin olsun. ihtiyacım yok artık. neyse. ama dışarıda da fazla kalmıyorsun. insanlarla tanış. sosyal ol biraz."
"-çok duramıyorum be alter. bilirsin çocukkende içbükey bir velettim ben. halen öyleyim. çok durdum mu sıkılıyorum insanlardan. az durunca tam tersi etki yapıyorlar. rahatlıyorum o zaman."
-"sonra da düşünmeye başlıyorsun değil mi? rahatlayıncada cesaretleniyorsun tabi."
"-aynen öyle kardeşim. soruyorum sonra kendime. 'bakalım n'olacak ileride'. tam olarak sayılmasa da cevabı hazır: 'eh, olacaksa olsun artık. ne farkeder?"
"-bu çok acı be sahip."
"-biliyor musun eskiden böyle demezdim.. endişe duyardım. demek biraz daha dibe inmişim. aşağıya. biraz daha yol gitmişim belki. biraz daha ölmüşüm. acı değil mi?"
"-eh be gözüm, eh be sahip. barış şu kaderinle artık. sana zarar veren o değil. şu iki üç cesur lafı ağzından çıkaramaman. siktiret çıkar onları. bence getirisi kötü hatta leş kötü olsa bile bazı şeylerin açığa çıkması seni rahatlatacaktır. kimbilir??? ama yanlış anlama umutlandırmak istemem, sonra hayatın bokları başıma patlar. ama belki herşey iyi olur. gene de;
dikkat et deli oğlan
alter oğlan derki
dikkat et sevdiceğine -olunca yani-
o da yemesin seni
diğerleri gibi. yaaaaa."
"-sağol altercim. çok aydınlattın beni. günüme renk kattın."

ben, alterle vedalaşırken aşık olduğu hatuna içini dökeceğine dair söz verir. ikili vedalaşır...

...ertesi gün ben esas kızı işyerinden çıkmasına müteakip takip eder. kız göğe bakma durağında otobüs beklemeye başlar. diğerleri gibi göğe bakar. birşey göremez. ben kızın yanına yaklaşır. ona içini açar. kendisine duyduğu aşkın hayatının amacı haline geldiğini söyler. ama kız kendisini reddeder. çünkü ödemesi gereken kredi kartı borçları, yetişmesi gereken mühim adresler, son derece kalabalık bir telefon defteri listesi ve kutsal amaçlar için çizilmiş kaderi vardır. ben üzgün bir şekilde göğe bakma durağını terkeder. alter kardeşi gelir. üzülmemesini öğütler. keşke bu salak öykünün sonu mutlu bitseydi diye düşünürler. alter ve ben en yakın bara gidip dünyanın anasını satmayı düşünürken dünya dönmeye devam eder......................
GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

Turgut UYAR

“Eğer Ağlıyorsam Yaşıyorum Ben…”

Zaten o eylül sıcağında ceketin üzerine gocuk giymişim pişiyorum, sinir içindeyim bir de bu haber beni mahvetmişti. Etrafımdaki herkes ne kadar da rahattı. Çünkü s.kilecek olan bendim. “Sabri” diye bi’ çocuk beni arkadaşlarıyla beraber arıyormuş. Daha 12 yaşındayım lan, boy desen bir elli ha var ha yok. Vücudumla dertlerim var zaten, beden derslerinde sağdan sayarken herkesin aksine ekstradan bi’ adım öne çıkıp yeşil naylon takım eşofmanlı hocamıza bakarak “36 sooon!!!” demem lazım. Asla dalmamalıyım, sayım bende bitiyor. Sürekli diken üzerinde olduğum bi’ görevim var. Ve o gün beden dersi var, ve o gün çok sıcak, ve o gün gocuk giymişim… okula giderken dayanamayıp en sevdiğim tatlı olan kerhane tatlısı alarak diyetimi bozduğum için zaten kendimi suçluyorum. Bir de bu “Sabri” adlı kişi veya kişilerle nasıl göğüs göğse çarpışacaktım ben. “Acaba çantamda hazır olan kadife takım eşofmanımı hemen oracıkta giyip Sabri’yle kavga etsem mi?” diye çok hızlı düşündüm ve bu düşüncemden hemen vazgeçtim. Çünkü spor ayakkabılarımı getirmeyi unutmuştum. Eşofman altı köseleyle Sabri beni görmemeliydi. Yumruklarım belki ona korku verebilirdi ama eşofmanın lastiği ile kösele arasından görünen kırmızı kilotlu çorabım, yumruklarımın verdiği korkuyu acıma duygusuna çevirebilirdi. Dedim ya hemen vazgeçtim bu düşüncemden. Ben savaşçı değil uzlaşmacı bir kişiliğimdir. Durduk yere Sabri ve arkadaşlarıyla savaşmamın da barışmamın da bir gereği yoktu. Halamın oğlunun ismi de Sabri’ydi ve hayatımda bir Sabri daha istemiyordum. İkimizde kendimize ait olan dertlerle ilgilenelim, birbirimizle olan dertlerimizde ise sadece uzlaşalım ve çok fazla coşku olmadan bu uzlaşıyı kutlayıp, yine kendimize dönelim istiyordum. Hepsi bu… Niçin arandığımı sordum, sebebinin önemli olmadığını söyledi dostlarım. Yüzüme anlamsız bi’ gülümseme yapışmış, gözlerim yavaş yavaş dolmuştu. Titreyen göz bebeklerimle bir cevap beklercesine arkadaşlarıma bakıyordum. Neden?? Cevabı “kaç!” olan bi’ soruya “neden?” diye sormakta ısrar etmemem gerektiğini o yaşlarımda bilmiyordum. İyimserler ve kötümserler vardı. “Yok, lan bişey olmaz, korkma.” diyenlerin yüzlerine sevgiyle bakıyor, onlara elimdeki tatlıyı kendi ellerimle yedirmek istiyordum. Kötümserlerle ise göz temasına girmekten kaçındım. Sabri hakkında biraz bilgi toplamaya çalıştım. Babasını falan döven adammış, okul bitince de Salih Narin hocamızı dövecekmiş. Salih Narin’i dövebilen adam bana neler yapmazdı. Etrafımdaki kalabalığı görüp “noolmuş” diye soran birine bir diğerinin “Umut yarrrraaaa yedi” diye cevap verdiğini duydum aniden. Ne kadar çirkin bi’ tabirdi. Titremeye başladım. Yakın arkadaşım Alper Baş, “Oğlum korkma lan! Bakarız bi’ çaresine” diye beni teskin etmeye çalışıyordu ama o deminki çocuklar hala beni gösterip içinde bulunduğum belayı el hareketleriyle betimliyorlardı. Alper Baş, birden beni kendine çekip “oğlum bak bi'şey yaptıysan söyle, yaptın mı lan bi'şey Sabri’ye, doğru söyle” diye daha alçak bi’ ses tonuyla tane tane sordu. Aynı benim gibi 12 yaşındaki Alper bu babacan tavrıyla beni nasıl da yörüngesine almıştı. Ağzından çıkan her söze dikkat ediyordum çünkü Sabri mevzusundan beni kurtarabilecekmiş gibi duruyordu. “Yok abi valla bişey demedim. Tanımıyorum bile Sabri ağabeyi. Kimsenin ecdadına, anasına falan hayatta küfretmem, birinin kız kardeşine filan da bakmam.” diye kendimi savundum durduk yere. “Zaten birinin anasına küfretsen önce ben döverim seni.” diye insan hakları evrensel beyannamesine alınası bi’ cümle kurdu Alper Baş. Hepimiz sessizce başımızla onayladık. Bir anda herkeste bir birlik hissi oluştu. Manevi değerler bir kez daha hepimizi kaynaştırmıştı. Bu birlik hissini hep sürdürmek, sonunda da Sabri’yi ve arkadaşlarını da manevi değerler çevresinde toplayarak dayaktan kaçmayı umuyordum. Sabri’yle aynı potada erimek istiyordum. Gözlerimi kapatıp başımı sallayarak “kimsenin kız kardeşine de bakmam abi” dedim. Fakat pek bi’ katılım olmadı. “Kız kardeşe bakılmaz!” diye yinelemem ise bir sonuç vermedi. “Kaç oğlum sen!” diye sözümü kesti Alper. “Abi hepimiz medeni insanlarız, varsa bi’ sorun konuşalım bence.” diyerek diyalog çabalarımı sürdürdüm. Tamam kaçayım da ne kadar kaçacağım kaç gün, kaç hafta, kaç ay?… Yerim belli yurdum belli, Sabri kafaya koyduysa beni er ya da geç yakalar. Kaçmanın bi’ çözüm olmadığını o yaşımda bile biliyordum. “Oğlum sen kaç!” diyerek itti beni. “Nereye kaçayım lan ders var?” diye çaresizce sordum. “Ne bileyim! Sen tenefüslerde sınıfta pek durma. Git gizlen bi’ yere. Ben Yasin ağabeyle konuşcam. Sabri’nin arkadaşıdır, o halleder” Hiç yüzünü görmediğim halde birden Yasin ağabeyime büyük bir sevgi besledim. Etrafımdaki kalabalıkla birlikte okula girmek için sıraya girdik. Aslında ruh halime iyi gelmişti bu Sabri belasına bulaşmam. İnsanlar çevremden hiç ayrılmıyordu. Çünkü artık sıradan, basit bi’ insan değildim. Bir mevzusu olan, birileriyle sorunları olan bi’ adamdım. En azından birileri tarafından aranıyordum, herkes gibi değildim. Suça yakın olmamın gizli çekiciliği bütün herkesi sarmıştı bir anda. Herkes bana çok yakın duruyordu. Sırada beklerken, sessizce geçmiş olsun diyenler, normalde hiç vermediği halde selam verenler bile oluyordu. Ben de doğal olarak havaya girmiştim. Elimdeki tatlıyı yemeyi bırakıp “Kaçmıyorum ki abi, ne kaçıcam, varsa sorun gelsin çözelim. Alttan alırım ama kimse de unutmasın ki Sarıyer’in piskopatı meşhurdur. Var bizim de tanıdıklarımız…” diye açıklamalar yapıyordum. Dediklerime ben bile inanmıyordum. İlk iki ders blok olduğu için çok mutluydum ama sonra tenefüs başlayacaktı. Tenefüste nereye kaçacağımı bilmiyordum. Bi’ yerde gizlenip Yasin abinin devreye girmesini bekleyecektim. Tek planım buydu. Her zamankinin aksine ortalara değil en arka sıralardan birine oturdum. Daha doğrusu arkadaşlarım tarafından oturtuldum. Askıdaki montların arasından kafalarımızı çıkararak ne yapabileceğimizi bütün ders boyunca konuştuk. Ben burada can derdindeyken diğer arka sırada pervasızca 31 çeken arkadaşım Akif bi’ ara belli belirsiz gözüme takıldı. Alper benle beraber zil çalınca fırlayıp Yasin’lerin sınıfına gidecek ve durumu anlatacaktı, ben ise tuvalette gizlenecektim. Yani ders boyunca planımızı hiç geliştirememiştik, plan aynıydı. Sonunda zil çaldı. Alper’le beraber hemen fırladık. Hocamız bakınca önlerimizi ilikleyerek yavaşladık, biraz ön ilikli yürüdük, sonra tekrar koştuk. Merdivenlerde ayrıldık… Hemen daldım tuvalete. Kabinlerden birine girdim. Biri çok kötü sıçmıştı. Kabinden kendimi atmak istedim ama tuvalet bi’ anda öğrencilerle dolmuştu. Sabri veya arkadaşlarından biri orada olabilirdi. Sifonu çektim gitmedi. Kayalıklara uzanmış denizaslanı gibi bi'şeydi, kayadan süzülen dalgalar ince bi’ iz bırakarak yanından akıp gidiyordu. Hiç tanımadığım iki insan olan Yasin ve Sabri’nin benim için konuşmasını, başkasının bokunun yanında bekliyordum. Yasin’le de Sabri’yle de Bok’la da daha bu sabaha kadar hiçbir ilgim yoktu ama üçü de durduk yere hayatımın merkezine oturmuştu. Sifonun dolmasını bekleyip bi’ daha çekerek, gizlendiğim yeri daha yaşanılır kılmalıydım. O sırada dışarıdan bir bağırtı geldi. “Salih Narin geliyo laaan!” dedi biri. Bir iki kişiyi sigara içerken yakalamıştı. Kabinlerin kapılarına vurarak çıkmamızı söyledi. Ben öksürdüm ama tekrar daha sert vurdu. Ortaokul öğrencisinden beklenmeyecek büyüklükte bir kabahat ve beni yan yana görünce büyük bir tiksintiyle baktı bize Salih Hoca. Sifon ise durmaksızın öterek gergin ortamı daha da geriyordu. Sırtıma vurmaya bile tenezzül etmeden, gözlerini kapayarak, elini “sktir git bu tuvaletten, mikrop seni” manasında havada savurdu. Koşarak çıktım tuvaletten. Zil çoktan çalmış meğerse. Boş koridorlarda güvenle koşarak sınıfa gittim. Beden dersi için erkekler sınıfta giyiniyordu, kızlar ise spor odasında. Olağan beden soyunması coşumu yaşanıyordu. Futbol tezahüratı yapanlar, kendine güvenip donla ortalıkta gezip, rahat hareket sergileyenler ve en kuytu köşelerde hızlıca soyunup giyinenler vardı. Kendime güvenmediğimden değil de başka bi’ sıkıntım olduğundan ben de hızlıca soyunup, kadife eşofman takımımı giydim. Zorunlu olan okul formasını henüz alamamıştım. Hocamız “ama okul formasını mutlaka alın” diyerek bir müddetliğine izin vermişti biz birkaç farklı eşofmanlıya. Hoca zaten inceden kıldı biz farklı eşofmanlılara, bi’ de spor ayakkabımı getirmemiştim. Kesin çok kızacaktı. “35 soooon!” diye bağırdım, bi’ arkadaşımız hastaydı, sınıfta sınıf nöbetçisiyle çantaları bekliyordu. Hocamız ayaklarıma dikkatle baktı. “Nerde lan senin ayakkabıların!” diye bağırdı, daha cevabımı dinlemeden “Çık yukarı! Sınıfta bekle sen de. Derste spor ayakkabısız öğrenci görmeyeceğim bundan sonra!” diye bağırdı. Turnikeye çıkmış beceriksiz kızları izlemektense sınıfa çıkmayı normalde çok isterdim ama bugün sınıfa çıkmamalıydım. Salih kötü şeyler çeviren biri olduğu için boş sınıflara gelebilirdi. Okullarda boş sınıflar suçun merkeziydi. Sınıf nöbetçisi zaten beni sevmeyen bi’ çocuktu, öbürü ise hasta. Kim beni o boş sınıfta Salih’ten koruyacaktı? Yasin işi ne olmuştu acaba, Alper’e hiç sormamıştım. Beden hocasının sevdiği çocuklardan biri hocanın talimatı ile numaramı aldı, sınıfa çıktım. Hasta arkadaşımız, gerçekten hastaydı. Çıkarılmış kumaş pantolonların, gömleklerin, ceketlerin arasında ateşler içinde yatıyordu. Sınıf nöbetçisi ise öğretmen sandalyesini camın kenarına çekmiş fotospor okuyordu. Beni görünce bi’ baktı, sonra gazetesine geri döndü. Sıranın birine oturdum, gözümü kapıya diktim. Üçümüz de kendi derdimizdeydik. Biri sıkılıyor, biri korkuyor, biri ateşler içinde yanıyordu. Boş sınıfın sessizliğini nöbetçi bozdu. “Yasin senin için konuşmuş lan. O çocuk benim himayem altında demiş Yasin. Sabri’nin de sana karşı siniri geçmiş zaten.” diye sanki çok sıradan bi’ olaymış gibi verdi bana bu sevinçli haberi. O an o kadar sevindim ki çift davullar çalsın, sevenler kavuşsun, dargınlar barışsın istedim. Adalet yerini bulmuştu. Ben kimsenin anasına bacısına küfretmeyen, kimsenin karısına kızına bakmayan bi’ insandım ve hiç tanımadığım birinin himayesine girdiğim için çok sevindim. Sabah ortada Sabri mevzusu yokken yediğim kerhane tatlısı bile bu kadar mutluluk vermemişti bana. Himaye altına alınmanın sevinciyle, hasta olan sınıf arkadaşıma, “iyi olacaksın, dayan, iyi olacaksın!” diye sıkı sıkı sarıldım. Sonra nöbetçiden fotosporu isteyip, lig fikstürüne şöyle bi’ göz attım. Hikayeyi bilmeyenler için bir daha anlatayım. Alman filozof Firederik Niçe bir gün sahibi tarafından acımasızca kamçılanan bir at görür. Gördüğü acımasızlık karşısında dayanamayan Niçe gidip atın boynuna sarılarak hüngür hüngür ağlar. Ben bu hikâyeyi ilk duyduğumda “demek ki içli adammış” diyerek çok takdir etmiştim ünlü Alman filozofu. Ama artık öyle düşünmüyorum. Niçe ağladı ve geçip gitti. Başkaları adına ağlıyor olmanın kıvancını yaşayıp bi’ de üstüne bütün takdirleri topladı. Peki, At ne yapsın .mına koyiim! Niçe’yi öveceğiz diye atı unuttuk. Olan At’a oldu.

Umut SARIKAYA / UYKUSUZ, 24 Eylül 2009, sayı-39


all along the watchtower

"burdan kurtulmanın bir yolu olmalı" dedi soytarı hırsıza
"öyle bir karmaşa var ki geçmiyor hiç sıkıntım
para babaları içer şarabımdan, beller toprağımı sabancılar
bilmez hiç biri ne değerlidir her zerresi bunların"


"heyecana gerek yok" dedi hırsız nazikçe
"çokları var ki burada, aramızda, sanırlar hayat bir şaka
ama sen ve ben, biz, bunları aştık ve bu değil yazgımız
bırakalım aldatmayı kendimizi, bak doluyor vaktimiz"

gözetleme kulesi boyunca, prensler seyreyledi manzarayı
koşuşurken kadınlar ve yalınayak uşaklar
dışarda, uzaklarda hırladı vahşi bir kedi
yaklaşıyordu iki süvari, duyuldu uğultusu rüzgarın


...şöyle de olabilir gibi...

"bir çıkar yol olmalı" dedi soytarı hırsıza
"öyle karışık ki aklım, nefesim daralmakta
ağalar kanımı içerken paryalar eşeler toprağımı
hiçbiri bilmez aslında ne kıymetli olduğunu"

"hiç boşuna celallenme" dedi hırsız kibarca
"burada öyleleri var ki, onlar için hayat şaka
oysa sen ve ben, aştık bunları ve bu değil yazgımız
o yüzden riyayı bırak, tükenirken ömrümüz"

gözcü kulesi boyunca beyler ufku taradılar
kadınlar gelir ve giderken, ve baldırıçıplak uşaklar
dışarıda, uzaklarda, kükredi vahşi bir kedi
rüzgar uğuldamaya başladı, göründü bir çift süvari

...müziğin kendini aştığı, ölümsüzlüğe dokunabildiği zamanlar vardır. nadiren de olsa, bir şarkının sözleri gecenin içinde diğer bütün zamanlarda olduğundan daha güçlüdür. belki kimse o harika sözler için nobel ödülleri vermez, 10 satırlık bir şiirimsinin gerçek edebiyat olduğunu çok da düşünmez. fakat bazı şarkı sözleri mevsimleri birbirine böler, insana genişlediği hissini verir. insan bu tür şarkı ve sözler karşısında kimi zaman esnediğini, başka bir boyuta geçmek üzere olduğunu hissederek parçalara bölünmek üzere olduğunu duyumsar ve neredeyse, küçücük sihirli bir dokunuş olsa o noktada, gaybın kapılarını sert bir thor yumruğu gibi parçalayarak asgard'dan içeri taşacağını hisseder. fakat ne yazık ki, paganizmin çöküşünden sonra insan pek çok ölümsüz yeteneğini yitirmiştir ve böyle anlarda, bu tip şarkılarda garip bir ruhsal orgazmın eşiğinde, boşalamadan tuhaf bir sıkışmışlıkla kalakalır insan. bin ömer hayyam rubaisini okumakla aynı kekremsi şeyleri hissettirir insana...

...şarkı "hırsız" ve "soytarı" olarak tanıtılan iki karakterin konuşmasıyla açılıyor. ilk iki dörtlüğü kaplayan diyalogdan anlıyoruz ki bu iki karakterin dünyası yıkımın eşiğinde veya yıkılmaktadır. son dörtlükte ise sahne değişiyor, bir gözetleme kulesinden uzaklara bakan prensler ile karşılaşıyoruz bu kez. bunlar hakkında bilgimiz yok, ama bu yıkılan şehrin/ülkenin/dünyanın yöneticileri olmalılar. kızılderili katliamı hakkında olduğu söylenen bu şarkı, kesif bir yıkım hissini, hatta evrensel bir yıkım temasını içinde barındırıyor. rüzgarın ve vahşi hayvanların sesleri, ufuktan çıkagelen iki atlı (felaket tellalları?) bu temayı destekleyen imgeler. şarkı bob dylan'a ait olsa da, en çok tanınan ve sevilen versiyonu jimi hendrix
experience'ın electric ladyland albümü için coverladığı halidir. hatta bizzat dylan'ın bile bu versiyonu daha çok sevdiği söylenir...

...soytarı ve hırsızın nasıl bu korkunç sona gelmiş olduklarını bilmiyoruz. bir hırsızın, sahip olamamak kızgınlığı vardır, yoksunluk karşısında artık eyleme dökülmüş çalma haklılığı ve bir soytarı daima ağlar. soytarının tek derdi her şeyi görmek sıkıntısıdır. her şeyi bilmenin sonucunda delirmemek için dalga geçmek yolunu seçmiştir...

"burdan dışarı bir yol olmalı" dedi soytarı hırsıza

...oysa bir çıkış bulmak hırsızın işi olmalıydı. işlerin nasıl bu hale geldiğini bilmiyoruz fakat daha en başından bir terslik korkusu içimizi sarıyor. eğer bir yol olsaydı, onu hırsız bulmalıydı...

"işler fena karıştı, bir türlü huzur bulamıyorum
içer patronlar şarabımdan, kazar çiftçiler tarlamı
bu satırdakilerin hiçbiri bilmez bunların değerini"


...an be an kan kaybından ölecek soytarı. fakat bir soytarının bazen bir kraldan daha çok şeye sahip olduğuna eminiz. soytarı şüphesiz ki biziz. soytarı bizden bahsediyor. ekilen tohumlar, fırtına, gözyaşı ve ah doğuracak da olsa hasat kendi çocuğumuz gibi sevilecek. yüzümüze esen melankoliden haz duyacağız, fakat hiçbirinin değerini bilmeden. bu noktaya nasıl geldik belli değil ve düşüyoruz...

"heyecanlanmaya gerek yok" dedi hırsız kibarca
"içimizden pek çoğu sanır ki hayat yalnızca bir şaka
ama sen ve ben bunları aştık ve bu değil kaderimiz"

...hayatta kalmak için endişelenen bir soytarıdan daha endişe verici hiçbir şey yoktur. pek az şey sağlam, kaya gibi karakterlerin altüst oluşu kadar endişe verir insana. hayatlarımızın ilk 25 senesi özel birisi olduğumuzu sanarak oyalanırken, geriye kalan 25 senelik dilim öyle olmadığımızı kabullenmekle geçiyor ve her şeyin daha üstünde bir hiçlik yayılıyor. fakat değerli bir hiçlik bu. tek gerçeğin hiçlik ve boşluk olduğunu fark etmiş bir hırsızın boş vermiş nihilist iç çekişleri yayılıyor atmosfere...

"bırak artık boş yere çene çalmayı, vakit geç oldu"

...fazla zamanımızın kalmadığını biliyoruz. konuşa konuşa bir yere varamayacağımızı da biliyoruz, fakat kimse cevapları söylemiyor. hala bir cevap, bir mana olduğunu fark edemeyecek denli şuursuzuz...

gözetleme kulesinin tepesinde prensler seyretti etrafı

...doğuya kayıyor gözlerimiz. belki hiçbir gözetleme kulesine dokunmadık, görmedik ama, onbinlerce yıldır doğunun hüznü sinmiş kalıtsal dna larımız gözetleme kulesinin anlamını biliyor. savaş, yas, umut, göç, yükseliş ve görkemli çöküş kelimeleri hala o iki kelimenin içine sinmiş duruyor. gözetleme kulesi kelimesini duymak, hiçbir batılıya, bir doğuluya hissettirdiklerini hissettirmez. metal arabalarla gökyüzünde gezdiğimiz şu günlerde bile...

gelip geçerken tüm kadınlar ve yalınayak hizmetçiler
uzaklarda kükredi bir yaban kedisi
iki atlı yaklaşıyordu, rüzgar uğuldamaya başladı...


...son sözler sadece durumu açıklıyor. hayat gibi. her şey cevaplanmadan kalıyor. başladığı gibi. ama neden daha da sıkışmışız şimdi. başında da dedim ya, nadiren olur bu. bir şarkı gecede şaha kalkar ve diğerlerinin hiç parıldayamadığı kadar parıldar. tam nefes alış verişleriniz hızlanıp kesikleşmeye, ruhsal bir boşalmanın milimetrik sınırlarına gelmişken geriye çekilir ve söner bütün coşku. çünkü insanoğlu tanrısallığını yitirmiştir artık. şimdi geride muhteşem, hayvani bir insan ruhunun çöküşünden başka bir şey yoktur ve her çöküş muhteşemdir. hele ki yükseklerden düşüyorsa...
Herkes, hayatında en az bir kez, yardıma ihtiyacı olan bir sevdiğine bakacak ve aynı soruyu soracaktır: “Yardım etmeye hazırım Tanrı’m, ama ya bi’şeye ihtiyacı yoksa?”
Bize yakın olanlara her zaman yardım edemediğimiz doğrudur. Nedeni, hangi parçamızı vereceğimizi bilemememiz, ya da daha çok, vermek istediğimiz parçamızın istenmemesidir. Bu yüzden birlikte yaşadığımız insanların bizden kaçtıklarını bilsek de onları yine de sevebiliriz. Onları tamamen, ama tam olarak anlamadan, sevebiliriz...
Dünya Edebiyatı...
bıt bıt bıt bıt” diye cep telefonunun rehberinde aşağı doğru iniyordu Sitiwırt… adam isimlerinin arasında seyrekçe görünen bayan isimleri, gece virajı dönen arabanın farları gibi gözlerini kamaştırıp yok oluyordu… bu bayanlar çoktan başka arabanın yolcusu olmuş, cep telefonu rehberinin hayaletleriydiler… “sileyim lan bunları” diye düşündü Sitiwırt… “sileyim ama bi’ kağıda da not alayım” diye ekledi… neden sonra elinde bayan isim ve numaralarının olduğu kağıda bakarken buldu kendini?… cep telefonu komple erkek olmuştu… az evvel rehberden aşağı inerken “bıt bıt bıt bıt” eden telefon, artık “AL-AL-AL-AL” ediyordu adeta… psikolojik midir bilinmez, telefonu ayak da kokmaya başlamıştı… bu yüzden ellerine çorap giymeden kullanmaz oldu onu… bi’ gün telefonun sakal traşını yaptırmaya gittiğinde, berberden aldılar Sitiwırt’ı… akıl hastanesinin çekmeyen bi’ odasına yerleştirdiler… ama erkek, türksel gibidir, her yerde çeker… “hayallerim var” dedi, geldi…

Emrah ABLAK / UYKUSUZ, 29 Temmuz 2009, sayı-99