“Sabah 6 oldu mu tak ayaktayımdır. Her sağlıklı insan gibi kalkar kalkmaz sıçarım. Lifli gıdaları çokça tükettiğim için kayısı gibi sıçarım. Ardından bir bardağa kırdığım iki yumurtayı içerim. Eşofmanları çeker sahilde koşarım. Belediyemizin yaptırdığı spor parkurunda aletli jimnastik yaparım. Ardından eve dönerim. Kahvaltıda bitki çaylarını tercih ederim, tatlı ihtiyacımı kuru kayısıyla karşılarım, ceviz olmazsa olmazımdır, belki biraz yağsız peynir. Kahveyi ağzıma sürmeyeli aylar oldu, şekeri bırakalı ise yıllar… İşe giderim, işimi severim. Bence insan mutlu olduğu işi yapmalı. Ofiste masamı süslerim. Mutluyumdur ve dolayısıyla insanlara gülümserim. Sevdiğim şarkıları sık sık mırıldanırım. Hiç tanımadığınız birine selam vermek, insanlardan bir merhabayı esirgememek bence dünyanın güzel ve yaşanabilir bir yer olması için yeter de artar bile. Bilgisayarımı açarım ona buna çocuk, yavru kedi resimleri yollarım. Gelen forward maillere ağız dolusu gülerim. Rakı ve sigara içen maymun resmine güldüğüm dün gibi aklımdadır. Çünkü sigara ve rakı içmek insana özgü davranışlardır fakat bunu bir maymundan beklemek imkânsızdır. İşte ben buna gülerim. Dostlarıma değer veririm, özel günlerini unutmam. Durup dururken hediyeler alırım onlara. Bir işi başardığımda kendimi ödüllendiririm. Bir siyah çikolata ya da meyveli bir yoğurtla… Kendimle barışığımdır, severim kendimi, insanları sevdiğim gibi… Tanıdınız mı beni? Bilin bakalım kimim ben? Hep bir ağızdan söylediğinizi duyar gibiyim. Y.rrak gibi Adam’ım ben…”

Umut SARIKAYA / UYKUSUZ, 12 Aralık 2007, sayı–15
AH BENİM DE KOLUMDA KOCAMAN Bİ’ SAAT OLSAYDI,
BÖYLE ÇOCUK GİBİ KALMAZDIM O VAKİT…

Aile büyüklerinin de olduğu bir masadayız. Sürekli anlatıyor, konudan konuya büyük bir maharetle atlayarak konuşuyor. Konuşurken kocaman saati, yaşayan bir canlıymış gibi duruyor kolunda. Ara sıra “aslında” diye başlayan bir-iki titrek laf etmeye kalksam, lafı hemen ağzımdan alıyor. Aynı yaştayız. Ama sanki şimdi benim değil, masadaki büyüklerin arkadaşı olmuş. Ben artık sadece büyükler için değil, onun için de bir çocuk olmuşum. Nasipsiz, ham, ergen kalmışım. Bir ara elleri birbirine kavuşmuş, dirsekleri masaya dayanmışken yani saati süper gözükürken, bana bakıyor. “Sen neler yapıyorsun?” diyor. ‘Hayat ağırdır yavrum’ bakışları bunlar; ‘sen değil benim önemli olan’ sorusu bu. “Çalışıyoruz işte..” diyorum. Bu cevabı tam 22:34 te veriyorum ona. Saati gözlerimi alıyor. Ve bir çocuk gibi, şu an bile yazarken içimi bulandıran o salak soruyu soruyorum: “Saat yeni mi??”

…Hayatın iş bilir taraflarına doğru aniden büyümüş adamlar karşısında, dediklerimle, giydiklerimle, hal ve hareketlerimle ortamlarda “çocuk gibi kalmak laneti” daha önce de birkaç defa yaşadığım bir duygudur. Aynı yaşlarda olduğum insanların, onları görmediğim yıllar içinde yaşadıkları muhteşem değişimler, dünyaya adapte olmuş yeni versiyonları beni her seferinde afallatmıştır.

Yıllar sonra, hiçbir şey değişmemiş gibi konuşabilmenin mümkün olmadığını, neşeyle girdiğim muhabbetlerden, “ee neler yapıyosun başka” gibi ara başlıkları duydukça soğuyarak, suskunlaşarak ve ayrılma vakti geldiğinde, “görüşelim abi” gibi bir yalana maruz kalarak, trajik bir finalle ayrıldım.

Hayat sonradan çok fena bastırmıştı. Onların işleri güçleri, sorumluluklarını aldıkları bir aileleri ve kollarında kocaman saatleri vardı…

Hayat ağır, oyunun kuralları zor ve hiçbirimiz artık çocuk değiliz. Yeni düzende, eskinin o kontrolsüz hareketleri, salyalı geyikleri, plansız eğlenceleri artık hayatın programını bozan çocuksu hareketler olarak algılanıyor. Artık yola kendileri gibi kocaman saatleri olan, işi bilen arkadaşlarla devam ediliyor. Kendi düzenlerine benzer bir hayat kurmamış insanlarsa sıkıntı veriyor…

Fırat BUDACI / UYKUSUZ, 28 Kasım 2007, sayı–13
“Efendiler!
Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”
6 Mart 1922, TBMM

İSKELET

İskeletin, vücudun içinde mi yoksa dışında mı olması daha yararlıdır?
İskelet dışta olduğu takdirde koruyucu bir karoser oluşturur. Ten, dış tehlikelerden korunur, fakat vücut gevşek ve aşağı yukarı sıvı haline dönüşür. Ve bütün bu sert tabakaya rağmen sivri bir uç bunu delip geçerse yıkım onarılamaz. Şayet kitle içindeki iskelet sert ve bükülmez bir çubuktan oluşmuşsa çırpınan ten her türlü saldırıya karşı savunmasızdır ve yaralar sayısız ve kalıcı olur. Fakat işte bu belirgin güçsüzlük kası sertleşmeye ve lifi dayanılıklığa zorlar. Ten değişime uğrar.
Öyle insanlar gördüm ki düşünceleri sayesinde, kendilerini aksiliklerden koruyacak olan “zihinsel” sert tabakalar kurmuşlardı. Ortalamaya oranla daha dayanıklı görünüyorlar, hiçbir şeye aldırış etmediklerini söylüyor ve gülüp geçiyorlardı.
Fakat herhangi bir aksilik, kurdukları zihinsel tabakayı aştığında yıkım dehşet verici oluyordu.
En küçük aksiliklerde, en hafif dokunuşlardan acı çeken insanlar gördüm, fakat düşünceleri aynı oranda kapanmıyor, her şeye hassas kalıyor ve her saldırıdan bir şeyler öğreniyorlardı.

Edmond Wells
Göreceli ve Mutlak Bilgiler Ansiklopedisi


KARINCALAR-Bernard WERBER