Parıltı
Ateş gibi bir nehr akıyordu
Ruhumla o ruhun arasından
Bahsetti derinden ona halim
Aşkın bu onulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi...
Ahmet Haşim

Çabuk eve gel!

Balkondan evladını ısrarla eve çağıran anne sesi bir moral bozukluğu olarak kalmış aklımda. Oyunlarımızı yıkan bir sesti anne bağırması. En çok Emre çağırılırdı. Annesi hiç es vermeden “Emreee!” diye defalarca tekrar ettikçe, aşağıda kurduğumuz fantastik dünya, “bakkaldan alınacak ekmek”, “akşamın olması” gibi gerçek dünyanın müdahaleleriyle yıkılırdı. Ailelerin ekmek ihtiyacı, zevkten sümüğümüzü burnumuzda tutamayacak kadar kendimizden geçiren nice oyunu dağıtmıştır. Ekmek bizim düşmanımızdı. Emre bazen ekmeğin çağrısını sallamazdı. Ekmeği bir oyunun en heyecanlı yerinde aniden arzulayan annelere karşı çıkmak ara sıra mümkündü çünkü. Annelerin bir şekilde ayarlanabileceğini biliyorduk. Ama annenin çağırması, o an balkonda gözükmeyen ama varlığı evde bir tehdit gibi dolanan baba yüzündense ciddiye alınırdı. Çağrıların en kuvvetlisiydi “baba çağrısı”, cevapsız bırakılamayacak gizli bir korku içeriyordu. Karanlığın çökmesiyle birlikte yapılan çağrılar bu yüzden tehlikeliydi, çünkü o saatlerde bu yorgun adamlar evlerine dönüp yavaş yavaş hakimiyeti ele geçirmeye başlıyorlardı…

O gün, öğle vakitlerinde yapılan çağrıda ısrarla ismim yinelenince biraz şaşırdım. Normalde çok çağrılan bir çocuk değildim. Sanki bizim eve onu gönderecekmişim gibi Emre’ye baktım. Sonra sesin geldiği balkona çevirdim kafamı. Ben bakınca annem, ismimi bırakıp “Çabuk!” demeye başlamıştı. “Ne yaaa!” diye bağırdım. “Çabuk eve gel!” diye tekrar etti. Bu çağrıda ekmeğin boyutlarını aşan bir ciddiyet sezdiğim için isyanımı fazla sürdüremedim. Terim, dizlerimdeki kirler ve ara sıra çekerek gizlemeye çalıştığım sümüğümle beraber merdivenlerden yukarı çıktım. Annem kapıyı açıp o günün sihirli kelimesini söyledi: “Çabuk banyoya!

Banyoda arınıp salona girerken, “Her gün en az 4 saat çalışıyorum.” Diye bir cümle duydum. O an çok sıkıcı ve zorlu bir ortama girdiğimi anladım. Meçli ve çook kabarık saçlarıyla bir kadın bana “Gel bakalım…” dedi. Beni kapıda görür görmez uzatarak elini öpülmeye hazır bir konuma getirmişti. Kutsal ele doğru ilerledim, ulaşınca önce çenemle sonra anlımla öptüm. (Islak ve erotik bir öpücük sanılmasın diye dudaklarımızı kullanmıyoruz.) “Hadi bakalım…” dedi. Çocuklarla her konuşmasına “Hadi bakalım…” ekleyen sahtekar büyüklerimizden biriydi bu kadın. “Hatırladın mı bakalım bizi?” dedi. “Biz” dediği insanlara baktım. “Hatırlamadım” dedim. Sonra bir adamın elini öptüm ve benim yaşımda ama “her gün en az 4 saat çalışan” dijital sesli bir çocukla el sıkıştım. Kabarık saçlı sahtekar, “Oğuz’la aynı yaştasınız” deyince bir an moralim bozuldu. Tanıyordum bu insanları. Demek Oğuz buydu. Bir efsaneydi o ve şimdi tam karşımda oturuyordu…

Karşımda oturan ve üzerindeki tişörtte “Gold Boy” yazan (bilerek mi alınmıştı bu tişört??) bu çocuk, adı sürekli “başarı” kelimesiyle anılan ve sülalenin diğer çocuklarına ayda bir iki kere örnek gösterilen kişiydi. “Oğuz’u ikinci sınıfa atlatmışlar…”, “Oğuz sınıf birincisi olmuş… (hem de atladığı sınıfta)”, “Oğuz İzmir’de başa(?) oynuyormuş…” gibi cümleler sülalemizin haber kanallarında sık sık dolaşıyordu. Sonraki yıllarda Oğuz, girdiği bütün sınavları kazanacak, dersaneler peşinden koşacak, en zor puanlı bölüme “hiç zorlanmadan” girecek ve şirketler Oğuz’u “havada” kapacaktı. Ama havadaki Oğuz şirketleri değil, “ihtisas” yapmayı tercih edecekti: “Oğuz ihtisas yapıyormuş…” Kaç kere duydum bu cümleyi? Tüm sülale “ihtisas” demeye bayılıyordu. Bir sihir gibi çıkıyordu ağızlarından, sanki öpüp ondan sonra salıyorlardı bu kelimeyi. Bugün bile bu kelimeyi duyduğumda, içimde ihtisas yapmış bir Oğuz uyanıp midemi yumrukluyormuş gibi bir hisse kapılırım…

Oğuz’un her hareketinden haberdardık. Özellikle benim sıfır çektiğim, Oğuz’unsa fen lisesini kazandığı yılı unutamıyorum. Ogünlerde de tüm sülale koro halinde “fen lisesi!” diyordu. Ulaşılmaz bir lise türü olan bu gizemli mekanın kapılarını biri sonuna kadar açmıştı. Ben görmedim ama anlatılanlardan çıkardığıma göre, Oğuz’un meçli ve kabarık saçlı annesi o yıl, aşırı gururdan garip sesler çıkarmaya başlamış. Meçli saç, oğlunu anlatmaya başlayınca, bir süre sonra cümleleri kaldırıp sadece “Oğuz” diyormuş. Saçları da gitgide daha fazla kabarıyormuş. Tüm dünya o günlerde, Afrikalı çocuklar için “We Are The World” şarkısıyla kenetlenmişken, bizim sülale Oğuz için kenetlenmişti. Ve ben Oğuz’dan da, eğitim sistemimizi taçlandıran başarılardan da iyice nefret etmeye başlamıştım.

Aslında önemli olan verimli çalışmak.” dedi. Annem o an bana baktı. Sanırım benden aldığı verimden memnun değildi. Bayan Meç kendi ambalajlı ürününü gururla seyrediyordu. Benim dizaynımdaki aksaklıklar, kendi çocuğunun pırıltısını ortaya çıkardığı için, sanki onu mutlu ediyordu. Taa İzmirlerden sadece oğlunu bize göstermek için gelmiş gibiydi. Babasıysa varlığıyla yokluğu fark etmeyen “etkisiz baba” lardandı. Bir kütle olarak koltukta oturuyordu. Bu kütleden ara sıra “hıf hıf” gibi, yeryüzünde hiçbir efekti karşılamayacak gülme sesleri çıkıyordu. (Bu tür adamların bu tür kadınlarla evliliklerini nasıl devam ettirdikleri ve en önemlisi de nasıl seviştikleri büyük bir sırdır.) Aşağıdan Uğur’un sesi geldi. Gol atmıştı. O gollük pası ben vermiş olabilirdim. Burada, bu insanların arasında banyoda becerebildiğim kadar arınmış halimle oturmaktan çok sıkılıyordum. O sırada Oğuz, sınavlara hazırlık dışında kendi okul derslerinin nasıl gittiği sorusuna “Bomba gibi!” cevabını verdi. Patlamaya hazır Oğuz, huzuruna çıktığı bütün yetişkinleri mest ediyordu. Aşağıdan Uğur’un “Bas, alırsın!” diyen sesi geldi. İyice köşeye sıkışmıştım. “Okul dersleri zaten çocuk oyuncağı.” dedi Oğuz. Evet, doğru, çocuk falan değildi Oğuz. Büyüklerin dünyasında alkış aldıkça yaranmak için daha da abanan ve aldığı alkışlarla şarj olan bir tür mekanizmaydı sadece. Şuna bakın hele, büyüklerinden aşırdığı ses tonuyla nasıl da ağzını terbiyeyle büzerek konuşuyor. Konuşurken zamanın çok değerli olduğunu ima edercesine ara sıra, nasıl da dijital saatine bakıyor. “Bomba gibi” patlamaya hazır, şirketler ilerde havada kapsın diye şimdiden yükselmeye başlayan bir çocuk… İşte geleceğimizi emanet edeceğimiz gürbüz oğlan bu. Bir de bana bakın; sınavı kazanma ihtimali düşük, sürekli “dışarıdan” tost yiyen, salonda Oğuz’dan arta kalan ufak bir boşlukta var olmaya çalışan şu çelimsize… Üstelik götümde kıl kurdu varmış, “sürekli tost yersem olacağı buymuş”… Aşağıdan “Goooool!” diye bağırıyor Uğur. Aslanım Uğur…

E hadi bakalım, isterseniz bi’ yarım saat dışarı çıkın…” dedi Bayan Meç. Hayattaki bütün hırslarını karşılayan evladını bir program dâhilinde ödüllendiriyordu. Ne olursa olsun nefis bir haberdi bu. Ben merdivenlerden uçar gibi inerken, Oğuz kontrollü bir yetişkin hızıyla iniyordu. Beklemedim. Şimdi bizim mekandaydık işte. Yanımıza gelince “Futbol mu oynuyorsunuz?” dedi. (Biz ona top oynamak diyoruz!) Dijital saatine bakarak “Bir yarım saat oynayalım.” dedi. (Ne yarım saati be! Ölene kadar sürecek bu maç!) Oynamaya başladık. Tam bir sokak beceriksiziydi. Topa pis burun vuruyordu. Beceremedikçe artan hırsı onu iyice komik duruma düşürüyordu. Mal gibi olmuştu. Onun bu halini gördükçe bir şeylerin öcünü alıyormuş gibi seviniyordum. Hele, bir ikili mücadele sırasında, top oynadığımız mekandaki 15 santimlik süs havuzuna düşünce iyice keyiflenmiştim. Üstü başı ıslak nasıl da koşarak kaçmıştı. “Salak” demiştik arkasından. Bütün dereceleri altüst eden bir çocuğun yaptığı bu salaklık, çocukluk tarihine geçeceği için nefis bir enstantaneydi…

Balkondan evladını ısrarla eve çağıran anne sesi bir moral bozukluğu olarak kalmış aklımda. “Çabuk!” diyordu annem “Çabuk eve!” Bu sefer eve girdiğimde, “doğru banyoya” gönderilmeyecektim. Banyo doluydu. İçerde Oğuz vardı. “N’oldu Oğuz’a?” dedi annem. Banyonun açık kapısından içeri baktım. Islak bir deha vardı karşımda. “Havuza düştü” dedim. Meçli çok telaşlıydı. Sanki havuz suyu oğlunun başarılarını kirletmiş gibi telaşla kuruluyordu Oğuz’u. Ortalıkta bir suç varmış gibiydi. Durup dururken, “kendi düştü” dedim. Hayatı yaşının çok ilersinde yaşayan Oğuz, bir an çocukluğuna geri döndü: “Yalançı, sen ittin!” Dudakları titriyordu. Annem bana bakıyordu. Meç bana bakıyordu. Etkisiz baba, hayatının en etkileyici bakışlarıyla bana bakıyordu. Galiba henüz işten dönmemiş babam bile çok uzaklardan bana bakıyordu. “Ben itmedim!” dedim. Sonuçta bir ikili mücadeleydi, faul sayılmazdı…

Fırat BUDACI / UYKUSUZ, 10 Haziran 2009, sayı–93

…rock'n'roll/salla'n'yuvarlan...

…içten yanmalı motorların müziği… gücün homurtusu ve hızın ıslığı... düz bir yol boyunca ufka doğru rüzgarı hissetmek… üç boyutun algılanması ve mekanın hareket halinde kavranması… duyumların sürekli akan bir geçişi… hiç bir zaman çok derinleşmeden, değişmeler ve tekrarlarla sürüp giden bir akış… bazen taşkın bir neşe, bazen hüzün, ama hep keyif… hızlı, güçlü… sadece bir şeye tahammülü yok: Durmak…

MUHTAR vs VAŞAK

Sivas'ın Suşehri ilçesi Çataloluk beldesi Serpinti mahallesi Muhtarı Hacı Ahmet Tunç, sabah erken saatlerde komşusunun bahçesinde bir canavar olduğu duyumunu aldı. Muhtar Tunç, bahçeye gidip baktığında hiç görmediği bir hayvanla karşılaştığını söyledi ve “Zehirlenmiş olabileceğini düşünerek evden süt getirmelerini söyledim.
Sevmek için yanına yaklaştığımda birden üzerime atladı. Yarım saat boğuştuktan sonra boğazını sıkarak öldürdüm” dedi.
Anadolu bir vaşağını daha kaybetti...